Deleuze, Minör Edebiyat ve Üslup Sorunu

Deleuze’ün eserlerinin bütünü incelendiğinde, ortaya felsefeyi salt felsefe dolayımında yapmaktan kaçınan bir düşünce çıkıverir. Bu, tam anlamıyla felsefe yapmamak veyahut basitçe bir şeylerin felsefesini yapmak demek değildir. Daha çok, felsefenin diğer pratiklerle yaratıcı bir şekilde ilişkiye girebileceğine ve tam da bu ilişkilenmeler aracılığıyla kendi payına yeni sorunsallara açılabileceğine dair bir düşünce imkânına, düşüncedeki bir imkâna işaret eder. Gerçekten de, Deleuze’ün felsefesi, diğer pratiklerce baştan sona katedilmiştir. Ya da denebilir ki, Deleuze’ün felsefeye olan yaklaşımı, bunun zorunlu bir sonucudur. Deleuze’e göre, felsefe, en saf haliyle, bir kavram yaratma pratiğidir: “Felsefe, kavramlar yaratan ve icat eden bir disiplindir.”[1] Ama Deleuze için bu bir tanım niteliğe de taşımaz. Bir tanımdan ziyade, bir işleve gönderir. Kavramlar yaratmak, felsefenin olduğu şeyden çok, yaptığı şeydir: “Kavramların yapılmaları, imal edilmeleri gerekir.”[2] Dolayısıyla, Deleuze, felsefenin mutlak manada tanımlanabilecek bir şey olduğunu da düşünmez. Felsefe, yapılmak suretiyle her seferinde kendisini tekrardan yaratacak ve tanımdan, tanımlama itkisinden her defasında kaçıp kurtulacaktır. Bu açıdan, Deleuze’ün felsefesi yalnızca bir oluş (becoming) felsefesi olmakla kalmaz, ama felsefenin ta kendisini de oluş halinde düşünür. Bu, birçok farklı düşünceyi katedecek, onlarla eklemlenecek, düşünceler arasında yeni bağlantılar kuracak, onlar üzerine değil ama onlar aracılığıyla düşünecek bir felsefedir. Felsefe yapmanın yeni, yepyeni bir halidir.

Deleuze’ün külliyatına bakıldığında, ilk eserlerinin belirli felsefecilere adanmış monografiler olduğu görülür. Bu açıdan, Deleuze’ün felsefesi, ilk dönemlerinde, bir okuma felsefesi olarak ortaya çıkar. Ama nitekim, Deleuze, özgün olarak sınıflandırılan metinlerinden olan Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı’nda da bu okuma pratiğini pek de terk etmemiştir. Deleuze’ün felsefesi, okumaktan hiç vazgeçmemiş bir felsefedir. Deleuze’ün yalnızca bireysel olarak değil ama Guattari’yle birlikte yazmış olduğu metinlerde de bu eğilim fazlasıyla belirgindir. Örneğin, Anti-Ödip’in daha ilk sayfasından Büchner’in Lenz’ine atıf yapılmaya başlanır; ya da Bin Yayla’da Joyce’dan Beckett’e, Kleist’tan Kafka’ya kadar birçok yazarın devreye sokulduğu görülür; ve hatta Felsefe Nedir? adlı metinde Spinoza’nın, Leibniz’in, Kant’ın bir yeniden okunuşunu bulmak dahi mümkündür. Dolayısıyla, Deleuze’ün düşüncesinde okumak, bir bakıma ilişkilenmektir. Düşüncelerle tekrardan, farklı şekillerde ilişkiler kurmaktır. Deleuze’de okumak, bir imkândır.

Deleuze’ün felsefesine içkin olan bu okuma eğilimi, Deleuze’ün felsefesinin kurucu bir öğesi olmakla kalmaz, söz konusu felsefeyi değiştirip dönüştüren etkenin de ta kendisidir. Ama Deleuze, bu süreci yalnızca kanonik felsefe metinlerini okumak suretiyle devam ettirmemiştir. Deleuze’ün felsefesi, bilhassa edebiyatla da fazlasıyla angaje gözükür. Deleuze’ün erken dönem eserlerinden olan Proust ve Göstergeler ve Sacher-Masoch'un Takdimi’ni bu bağlamda örnek gösterebiliriz. Fakat Deleuze’ün neredeyse diğer tüm eserleri de edebiyata dair anekdotlarla, örneklerle, notlarla, kavramlarla dolu gibidir. Anlamın Mantığı’nda Carroll’a ve Artuad’ya ayrılan pasajlar, Beckett üzerine bir deneme (Bitik) ve Kritik ve Klinik derlemesi bu konuda ilk akla gelen örneklerdir. Gerçekten de, Deleuze’ün felsefesi edebiyat tarafından boydan boya katedilmiştir. Bu felsefenin edebiyatla kurmuş olduğu özgül bağın üzerine düşünebilmek için, onun bizzat edebiyat aracılığıyla nasıl düşünmüş olduğunu incelemek gerekiyor. Ve tabii ki, bu aracılığın Deleuze’ün felsefesinde form ve üslup açısından yaratmış olduğu etkilere de kısaca değinmeliyiz.

Deleuze’ün metinlerinde edebiyat, ele alınacak bir başka disiplinden fazlasıdır. Edebiyat, bilhassa dille olan bağlantısında yeni olanakların arayışına girdiğinden ya da bu olanakların aranışının ta kendisi olduğundan önem teşkil eder. Edebiyat, yalnızca dili farklı şekillerde kullanmak değildir. Ama dille, dilde ve dilden yeni bir duyarlılık yaratmaktır. Bu açıdan, edebiyat, dili yalnızca kullanmakla kalmaz, ama onun ta kendisini de dönüştürür. Deleuze’ün edebiyatı ele alış biçimi, bu dönüştürücü gücün ta kendisinin yeğinleştirilmesi ekseninde kurulur. Bu, bir bakıma dilin verili kullanımlarından, majör hallerinden kaçınmak ile ilgilidir. Ama daha da önemlisi, dilin minör hallerini, edebî olandaki minörü, kısaca minör bir edebiyatı deneyimlemektir. Söz konusu olan, dilin minörleştiği uğrakların keşfidir.

Deleuze’ün majör-minör ayrımı, basitçe, majör olanın halihazırda bilinen, eski bir dil, minör olanın ise bilinmeyen, adı sanı duyulmamış yepyeni bir dil olduğu bir dikotomiye işaret etmez. Minör edebiyat, yeni bir dilin yaratımı değildir. Ama bir dilin yeniden yaratımıdır: “Minör edebiyat, minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade, bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır.”[3] Minör olan, azınlığın, azınlık olma halinin duyarlılığından gelmez, ama azınlık olma halinin dilsel bir duyarlılığından gelir. Majör dilin verili kodlarını, düsturlarını ve üretim işleyişini yertsizyurtsuzlaştırmak, minör edebiyatın yaptığı budur: “Her türlü simgesel, hatta anlamlandırıcı ya da yalnızca gösteren dil kullanımının karşısına, tamamen yoğun bir dil kullanımı koymak.”[4] Bu açıdan, minör edebiyatın bir ustalar edebiyatından kaçtığını, kaçındığını söylemek de mümkündür. Dilin gramerine, sentaksına, sözcelemine göre yazmak, majör dilin, dilin baskın bir kullanımının eğilimidir. Deleuze’ün yoğun yazmaktan kastı, dilin, artık iletişim kurmaktan, temsil etmekten ya da salt anlatılar aktarmaktan vazgeçtiği bir halidir. Dilin yoğunlaştırılmış bir halidir. Dil aracılığıyla bir şeylerin ayırdına vardığımız değil ama bizzat dilin ta kendisinin ayırdına vardığımız bir kullanımdır.

Deleuze için minör olan yazma biçiminin önemi, dile tekilliğini iade etmesinde gizlidir, diye düşünüyorum. Bu öylesine bir yazma şeklidir ki, dilin kendisi yertsizyurtsuzlaşıverir. Minör edebiyat, dilin yetkin kullanımlarına ters düşecek bir yetersizliğin ürünüdür. Aslen, majör dildeki bir arazdır. Ama bir arazsa, bunun nedeni majör dili tekrar üretmekteki beceriksizliğinden ziyade, bundan inatla kaçınmasındandır. Dolayısıyla, minör olan, bir dilin olduğu haliyle yeniden üretimi değildir. Ama dildeki bir üretim söz konusu olduğunda, sınır tanımaz: “Minörden daha büyüğü, daha devrimcisi yoktur. Bütün usta yazınından nefret etmek.”[5] Bu açıdan, minör edebiyat, durmaksızın çeşitli üsluplar üreten bir makinedir.

Bu bağlamda, üsluptan anlaşılması gereken bir okula ya da ekole göre yazmak değildir. Kopyalanabilecek, taklidi mümkün bir şekilde yazmak ise hiç değildir. Ama nitekim, bir benin, benliğin yazınsal bir temsili de değildir: “Fakat üslup, asla insan değildir, her zaman öze (üslup-olmayana) aittir.”[6] Üslup söz konusu olduğunda ben, yalnızca bir eşiktir. Durmaksızın aşılan, genişletilen, ivme kazandırılan bir hareketlenme halidir. Yani, “üslup kısmi nesneler üretir, tınlama etkileri üretir, dayatılmış hareketler üretir”.[7] Üslubun önemi, dilin farklılaştığı yegâne odak olmasındandır. Ama tam da bu nedenle üslup-olmayan ile üslup ilişkilidir. Üslubun yaptığı, üslup-olmayandan, daha üslup haline gelmemiş kuvvetlerden bir güç almaktır. Üslubun, bir bakıma virtüel olan kuvvetleri edimsel hale getirdiğini söylemek mümkündür. Bir öz olarak üslup-olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa, farkın ta kendisidir. Bu, bir şeyin basitçe bir diğerinden farklı olmasıyla ilgili değildir. Ama daha ziyade, farkı bir diğer farka indirgemeksizin kavrayabileceğimiz, farkı biricikliğinde deneyimleyebileceğimiz bir düzlemle ilgilidir: “Sanat eserinde açınlandığı biçimiyle bir öz nedir? O bir mutlak farklılıktır, nihai ve mutlak Farklılık.”[8]

Deleuze’ün kavradığı haliyle üslubun, potansiyel bir fark olduğu açıktır. Üslubun yalnızca dildeki bir farklılaşma değil ama dilin bir farklılaşması olduğunu söylemek gerekir: “Güzel kitaplar bir tür yabancı dilde yazılmıştır.”[9] Proust, burada, belki de edebî olanı da aşan bir dile, bir mutlak farka işaret ediyordur. Bu, kuşkusuz ki edebiyatın bir minörleşmesidir. Ama dil, yalnızca edebî olanı katetmekle de kalmaz, felsefî olan da dilin farklılaşma potansiyelinden kendi payına bir şeyler alacaktır. Üslubun, şu ya da bu pratikte değil ama dilin kendisinde bir fark yarattığını teslim etmek gerekir: “Üslup dilde, arasından bir şeyin geçebileceği, arasında bir şeyin olup bitebileceği, bizzat dilden çıkacak bir kıvılcımın belirip sözcüklerin etrafında gölgede kalan şeyi, varlığından ancak şüphe edilen bu kendilikleri görmemizi ve düşünmemizi sağlayacağı potansiyel farkları yaratır.”[10] Bu açıdan, Deleuze, üslup söz konusu olduğunda felsefecileri de edebiyatçılardan daha az yaratıcı görmez. Felsefe de, kendi adına, dile karşı bir duyarlı olma hali geliştirmek suretiyle düşüncenin ta kendisinde bir dönüşüm yaratma olanağına sahiptir. Bir minör edebiyat olduğu gibi, bir minör felsefe de vardır. Nitekim, her ikisi de bir minör-oluşun ürünüdür. Majör olana karşı minör olan, edebiyat söz konusu olduğunda Goethe’ye karşı Kleist, Hölderlin ve Büchner’dir. Felsefede ise Hegel’e karşı Spinoza, Kierkegaard ve Nietzsche söz konusudur. Bu fark, yalnızca dildeki bir fark olmakla da kalmaz, ama dil vasıtasıyla düşüncedeki bir farktır: “Büyük filozofların aynı zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum.”[11]

Bu farkı, hem Deleuze’ün kendi felsefesinde, hem de Deleuze’ün düşüncesinin eklemlendiği felsefelerde bulmak mümkündür. Örneğin, bir yandan Nietzsche aforizmalar ile yazmak suretiyle düşüncenin ta kendisini parçalı bir hale getirir. Aforizma, her seferinde değişebilecek bir üslubun formudur. Üslupsuzluğun üslubu, üslup-olmayandaki üsluptur. Nietzsche, aforizmalarla yazarak, yazısını muhtemel farklılaşma hâllerine açık bırakır. Ve Spinoza, Deleuze’ün de altını çizdiği üzere, Etika’nın farklı kitaplarında farklı üsluplara sahipmiş gibi gözükür veyahut bu kitaplar arasında üslupsal bir geçirgenlik sağlamıştır. Etika’daki, Spinoza’nın kavramsal, duygusal ve algısal duyarlılığının üsluptaki dışavurumudur. Bu, hâlâ felsefe yapan ama yalnızca felsefecilere seslenmekten de kaçınan bir dildir: “Spinoza’nın paradoksu, filozofların en filozofu, bir şekilde en katıksızı, ama aynı zamanda filozof olmayanlara en çok hitap edeni ve felsefi olmayan yeğin bir anlayışı en çok uyandıranı olmasıdır.”[12] Nitekim Deleuze’e geldiğimizde, birçok farklı yazma biçimini kateden bir matris ile karşılaşırız. Örneğin, Deleuze’ün, Kafka’da Guattari’yle birlikte devreye soktuğu rizom kavramını, bizzat kendi yazma pratiği içinde de uyguladığını görürüz. Bin Yayla’nın formu, başlangıcı ve sonu olmayan bir rizomu andırır. Yalnızca girişleri ve çıkışları vardır. Kısımlar, bölümler olarak değil ama yaylalar olarak adlandırılır. Anti-Ödip’in yazımı da fazlasıyla dağınıktır. Standart bir felsefe kitabından beklenen üsluba da, yapıya da sahip değildir. Yani, önermelerden, tanıtlardan, antinomilerden, paradokslardan oluşmaktan çok, düzensiz tespitlerden, analizlerden, eleştirilerden, yergilerden oluşmuştur. Örnekler çoğaltılabilir, ama Deleuze’ün felsefesinin karşılaştığı minör yazma biçimlerinin, Deleuze’ün yazısını katetmek suretiyle düşüncesine de etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Minör olan, Deleuze örneğinde, felsefeyi de oluşa sokar: “Bir minör-oluş yaratmayı bilmek.”[13]



[1]     Deleuze, Gilles (Haziran, 2003). İki Konferans, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, s. 19.

[2]     Deleuze, İki Konferans, s. 20.

[3]     Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (Ekim, 2015). Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, İstanbul: Dedalus Kitap, s. 45.

[4]     Deleuze & Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, s. 50.

[5]     Deleuze & Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, s. 64.

[6]     Deleuze, Gilles (Şubat, 2016). Proust ve Göstergeler, İstanbul: Alfa Yayıncılık, s. 161.

[7]     Deleuze, Proust ve Göstergeler, s. 160-161.

[8]     Deleuze, Proust ve Göstergeler, s. 44.

[9]     Deleuze, Gilles (Eylül, 2013). Kritik ve Klinik, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, s. 6.

[10]   Deleuze, Gilles (Kasım, 2013). Müzakereler, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, s. 152.

[11]   Deleuze, Müzakereler, s. 175.

[12]   Deleuze, Müzakereler, s. 176.

[13]   Deleuze & Guattari, Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, s. 65-66.