Günümüze Dair: Yaşamaya Mahkûm Edilmek

İnsan yavrusuna yaşam veren ilk bağ göbek kordonudur. Belki de bu nedenle insan ömrü boyunca bedeninin orta yerinde bir çukur olarak taşır bu yaşam merkezini. Tıpkı Omphalos taşı nedeniyle “dünyanın merkezi” sayılan Parnasos Dağı’nın eteklerinde antik bir yerleşim yeri olan Delfi gibi...

Omphalos, dünyanın göbeği olarak yaşamın başladığı merkezdir. Titan Kronos’un çocuklarını midesine indiremediği, Zeus’un doğuya ve batıya gönderdiği kartallarının buluştuğu ya da Tanrı Apollon’un büyük yılan Python’u öldürdüğü mekân olarak yaşamın ilk soluk aldığı yerdir Delfi. Zaten bu nedenle Delfi’den alır adını ve efsanesini göbek kordonu...

Ancak insanın bu ilk bağının onun yaşamını nasıl ve hangi derinlikte etkilediğini bugün itibarıyla bilmiyoruz. Ama bir gerçek var ki, Delfi’ye kazınmış satırlar, insanın bütün bir yaşamını da belirlemektedir: Nosce Te İpsum...

Pekiyi ama insan kendisini nasıl bilir?

Eğer insan toplumdan azade tek başına var olan bir canlı değilse kendisini bilmesi de bir başına olmayacaktır. Gerçekten de insan bağlar kurarak toplumsallaşır. Çünkü o, “dünyaya elinde aynayla, ya da ‘ben benim’ diyen Fichteci bir filozof olarak gelme”miştir. Aksine insan, “kendisini önce başka insanlarda görür ve tanır”.[1] Ve bu tanıma, bilmenin ilk adımıdır.

Öteki

Meme, dünyaya gözlerini açan ve ilk özgür soluğunu alan insanın hayatla kurduğu en önemli bağdır. Çocuğun anne karnındaki sıcak, güvenilir ve aynı zamanda tutsaklık olan hayattan kopup özgürlüğün gürültülü ve anlamlandırılamayan kaosuna geldiği bu dünyada güvenilir bir limandır meme.

Öte yandan çocuğun her ihtiyacı olduğunda onu ağzına alabilmesi ve yanağında sıcaklığını hissedebilmesi memeyi bir yanılsama olarak kendisinin bir parçası olarak algılamasına neden olur. Ancak an gelir ve çocuk kendisinin bir parçası olduğunu düşündüğü memenin bedeninin bir parçası olmadığını fark eder. İşte bu farkındalık, çocuğa her şeye sahip olamadığını, hiçbir zaman olamayacağını ve bir yanının -hem de en çok olmasını hissettiği yanının- hep eksik kalacağını hissettirir.

İnsan biçare bir canlıdır. Çünkü insan yavrusu, en güçsüz canlılardan birisi olarak yeterince olgunlaşmadan “idrar ve dışkı arasında” doğar bu dünyaya. Doğduğu andan itibaren de -hem de uzun bir süre- bakım verene muhtaç kalır. Ancak bakım veren kişi, bir öteki (m-other) olarak, insan yavrusunun sadece beslenmesini sağlayıp altını temizleyerek onun biyolojik gelişmesini sağlamaz. Aksine aynı zamanda dokunuşları, ninni söyleyen sesi, yüzü, bakışı, gülümseyişi gibi yansıttıklarıyla insan yavrusunun kendisini nasıl hissettiğini de belirleyip onun ben olmasını sağlar. Bu döngü hayat boyu böyle sürer gider. Çünkü benin var olabilmesi ancak öteki ile mümkündür.[2]

Kuşku yok ki insan sadece var olan da değildir. Aksine insanı, diğer canlılardan farklılaştırarak insan yapan kendisini var olan olarak anlayabilmesidir -ki bu sayede var olanın sınırlarını aşabilmiştir.[3] Çok açık ki insan, bu varoluşu yaşamaya mecbur ve mahkûmdur. Çünkü nefes alma bahtını ve bahtsızlığını yaşadığı bu dünya kendi dünyası değildir. Aksine bu dünya kendisine uzaktır, yabancıdır ve hatta kendisine düşmandır. Freud’un ifadeleriyle söyleyecek olursak, bu dünyada sırtına yüklenen yaşam onun için fazla ağırdır. Bu dünya “pek çok acı, hayal kırıklığı ve üstesinden gelinemeyecek görevler içerir”.[4]

Güçsüzlüğünü en önemli gücü yapan insan, fırlatılıp atıldığı bu dünyadaki zorlukların üstesinden ancak beni var eden öteki ile aşabilir. Oysa insan paradokslarıyla var olan bir canlıdır. Bu nedenle kurduğu uygarlıkta, kendisini ben olarak var eden ötekini hemen daima kültürün içinde dışlanmış olarak inşa eder. Ancak bu dışlanma biçimi kültüre göre farklılık gösterir: Kimi toplumlarda kabul edilebilir, hoş görülebilir ya da katlanılabilir olanken; kimisinde toplumun bütüncül yapısını bozan ve ortadan kaldırılması gereken bir tehdit olarak tanımlanır öteki.

Hep eksik...

Her muktedir için öteki, asrısaadetini, cennetini, okyanussal hazzını ve tamlığını çalan bir hırsızdır. O nedenle kendi eksikliğinin zenginliğini fark edemeyen her muktedir, var ettiği kitle kültürüyle, kendi mahallesinin tüm arzularının, taleplerinin, bilinçdışına bastırılmış güdülerinin kişisel bir tecellisi haline dönüşerek tıpkı anne rahmindeki gibi tam olmayı ister ve arzular. Oysa arzuya sınır konulduğunda hayat var olur. Dahası tamlık isteği imkânsız bir düştür. Çünkü ötekinin olmadığı bir hayatta ben yoktur, orada sadece kimliksiz ve kişiliksiz birisi vardır.[5] 

Ancak neoliberalizm, insanın her durumda, her zamanda ve her yerde, arzusunu hiç sınırlamadan, daha fazla tüketerek eksikliğini giderip tama erişeceğini iddia eder. Yatlar, katlar, arabalar, statüler, mücevherler ve bil cümle her şey bu eksikliği kapatmaya yönelik -nafile- bir çabadır. Oysa fırlatılıp atıldığımız bu dünyada her toplumsal düzen, ancak “ona katılan bireylerin vazgeçtikleri bir şeye bağlı olarak kurul”mak zorundadır.[6] Ama neoliberalizm açısından feragate, vazgeçmeye, bir şeyleri geride bırakmaya gerek yoktur.

Neoliberalizm, kapitalizmin iktisadi olarak en sıkıntılı olduğu ve derin çöküntüler yaşadığı dönemlerde dahi farklı yaşam modelleri şekillendirebilmiş ve hayat için dönüştürücü bir kuvvet olan ölümü unutturabilmiştir. İşte yarattığı bu illüzyon kapitalizmin, sürekli bir durum olarak, hem de kişisel olarak hiçbir şeyden feragat etmeye gerek duymadan sonsuz haz olarak yaşanabileceği hezeyanını üretebilmeyi başarmıştır. Kuşkusuz bu başarı, insanın metalaştırılıp öldürülmesine yol açmıştır. Üçüncü bin yılın dünyasında yaşanan anlamsızlık hali tam da bu nedenledir.

İstisna hali

Gelin görün ki nefes alamadığımız Türkiye bundan ötededir. Çünkü herkesin yaşamaya mahkûm edildiği bir dünyada yaşamsızlığa mahkûmuz. Bir yanda sağlıklı diyetler, güzellik salonları, kozmetik müdahaleler, fit olmaya adanmış spor salonları ile diğer yanda yurtlarda yanan kızlar, cezaevlerinde tecavüze uğrayan çocuklar, erkeklerin öldürdüğü kadınlar, günlerce yol ortasında bekleyen ölüler ve cesetleri kokmasın diye buzdolaplarında bekletilen insanlarla hapsedilmiş vaziyetteyiz. Sınırlara boylu boyunca çekilen duvarlar ve iptal edilen pasaportlarla memleket âdeta toplama kampına dönüştürülmüş durumda...

Pekiyi ama yaşam ve ölüm bu kadar iç içe olabilir mi?

Görmek zorundayız ki muktedir, her ne kadar kendi sorumluluğunda gördüğü ahalinin sağlığını ve yaşamını kutsayarak varlığını ikame ettiriyor olsa da ölümü de her zaman bir istisnai durum olarak dahil etmektedir hayata. Kanun hükmünde kararname ihraçları ve güvenlik soruşturmaları, bu dönemin istisnai durumunu belirleyen hallerdir. Söz konusu uygulamalarla ölümüne iktidara tabi kılınmak istenen hayatlar, her ne kadar dışarıdan görünüm olarak normal hayat sürüyor olsalar da aslında onlar ne yaşamakta ne de yaşamamaktadırlar.[7] Bedenlerin ve ruhların derinliklerine dün Gezi’de coplar, gaz bombaları ya da renkli tazyikli sularla; bugün KHK ve soruşturmalarla egemenin şiddetinin izi kazınanlar, bu sayede bir temsilî hayata dönüştürülmek istenmektedirler. Çünkü istisna halini belirleyen muktedire göre bu marjinallerin yaşadıkları hayatlar değerden yoksundur.

Ne acı ki kimileri için bu kaos ve güvensizlikte muktedir büyük bir nimettir. İnsanlık krizini onursuz bir fırsata çevirmeyi seçenler tarafından, muktedire geçici bir süre de olsa yaranmak için öteki gammazlanır, vurulur, öldürülür, ezilir, çiğnenir. Elbette hayat bu düzeyde çıplaklaşınca, egemene göre hayatları zerre-i katre değer taşımayan bu marjinallerin sivil ölüme tabi tutulması hukuksal olarak yaşam hakkının ihlali olarak değerlendirilmez. O nedenle suç duyuruları işe yaramaz. Verilmesi gereken Anayasa Mahkemesi kararları bir türlü verilmez. Çünkü egemen, tıpkı dün Susurluk’ta, Sapanca’da, Bayrampaşa Cezaevi’nde, Halaskargazi’de, Roboski’de olduğu gibi istisnai bir hal olarak hukuk dışındadır.



[1] Marx, K. (1997). Kapital Birinci Cilt (çev: Bilgi, A.). Sol Yayınları, Ankara, s. 64. 

[2] Karasu, U. ve Ulaş, H. (2013). “İktidarın Psikiyatrisi – Psikiyatrinin İktidarı”, Kapitalizm Sağlığa Zararlıdır (ed. Elbek, O.) içide, İstanbul: Hayykitap, s. 133-149.

[3] Ergül ,Ö. H. (2003). “Heidegger’in Varoluşçu Ontolojisi”, Kaygı Felsefe Dergisi, http://www20.uludag.edu.tr/~felsefet/kaygi/dergi002/2-3.pdf (erişim tarihi: 26 Kasım 2018).

[4] Freud, S. (2009). Uygarlığın Huzursuzluğu (çev: Barışcan H). Metis Yayınları, İstanbul, s. 35.

[5] Çalışkan Akçetin, N. (2010). “Heidegger’in Düşüncesinde ‘Ölüm’”, Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4: 1-7.

[6] Özmen, E. (2012). “Sıradan Paranoya ve Totaliter Ayartı (II)”, Birikim, 275: 74.

[7] Agamben G. (1999). Tanık ve Arşiv (çev: Başgü,l A. İ.). Ankara: Dipnot.