Ataç ve Liyakat

Üstâd elinde ser-te-ser âhenk olur lisan

Mızrâba ses verir kelimâtiyle tel gibi

(Yahya Kemal)

İtiraf etmeliyim ki, ben, dilimize yerleşip bize mal olmuş kelimelerden “şehir”e balığ, “sanat”a dörüt,” fikir”e görüt, “zaman”a öylek gibi tatsız karşılıklar bulduğu ve bazı değişen görüşlerini çelişki olarak idrak ettiğim için Nurullah Ataç defterini çoktan kapatmıştım. Ataç’ın yerleşmiş kelimelerimize inatçı, sert hücumu karşısında bu tavrım aslında olağan karşılanabilir. Türkçe hususundaki tutum ve tavizsiz duruşlarını bugün de takdir ettiğim büyük isimlerin (Faruk K. Timurtaş, Nejat Muallimoğlu vb.) bu tavrımda şüphesiz payları var. Tabii ki Ataç’ın kabul edilemez görüş ve eylemlerinin hâlâ karşısındayım. Ancak bir özeleştiri yapma ihtiyacı duydum. Onun yaptıklarına bir taraf olarak bakmanın gereksizliğini şimdi şimdi kavrıyorum desem sanırım gecikmiş meramımı daha anlaşılır kılmış olacağım.

Yaptığım özeleştiri beni Ataç’ın liyakati üzerine düşünmeye sevk etti. Meselenin tabiatı gereği iki seçeneğim var: Ya başka ediplerin öznel yorumlarını Ataç’ın yaptıklarıyla örtüştürüp bir fikir sahibi olacağım (ki bugüne kadar yaptığım aslında buydu), ya da hatıraların ve polemikçi eleştiri yazılarının ihtiyatla yaklaşılması gereken birer edebî mahsuller olduğunu göz önünde bulundurarak Ataç’la arama bir peşin hüküm duvarı örmeden kendi birikimimle Ataç’a dair bir fikir sahibi olacağım. Bu defa ikinci yolu seçiyorum. Zira ilk yol çetrefildi. Orada karşılaştığım şeyler eleştiri değil, daha çok polemik odaklı, kısmen çirkefti. Ataç’ın soğuk bedeni daha toprağa defnedilmemişken bile menfi şeyler yazılmıştı.

Peyami Safa, ölümü üzerine kaleme aldığı yazısında, Ataç’ın fanteziler içinde yaşadığını, aykırılığa bayıldığını, mizacını bildiği için (?) onunla ciddi meseleler konuşulamayacağını, onunla gülüşmeyi, şakalaşmayı ciddi münakaşaya tercih ettiğini ve düşünceleri ciddiye alınmazsa dünyanın en tatlı insanlarından biri olduğunu kendince tepeden bakarak alaycı bir üslupla vurguluyordu.[1] Diyelim ki Peyami Safa’nın bu sözlerine ikna olarak Ataç’ı anlattığı türden bir adam olarak kabul ettik. O halde onu da Tanpınar’ın bahsettiği gibi “huysuz, karışık, küçük hesapları (olan), en kötü insanlarla beraberliğe hazır ve menfi”[2] bir adam olarak mı kabul etmeliyiz? Peyami Safa yazısında Ataç’la aralarında hiçbir gün kavga ve dargınlık olmadığını iddia eder. Ataç’ın kızı Meral Hanım ise bunun tam aksini söyleyerek Ataç’ın Peyami Safa’nın adını dahi anmak istemediğini belirtir. Şu soruyu sormadan edemeyeceğim: Mademki Ataç’la dargınlığı olmayan ve “Ölümünden bir gün evvel, ağır ve ümitsiz hasta olduğunu Agâh Sırrı Levend’den öğrendiğim andan beri Nurullah’a ait hâtıraların muhasara çenberi ortasında içime saplanan derin keder anları yaşıyorum,”[3] diyerek Ataç’ın ölümünden duyduğu acıyı dile getiren Peyami Safa neden Ataç’ın cenazesinde bulunmamıştı? Yoksa o sahiden Tanpınar’ın -ne tesadüf ki- kendisinin ölümü üzerine yazdığı günlükteki sözlerinde tarif ettiği gibi bir adam mı? Hatıra furyası maatteessüf Peyami Safa’yla bitmiyor. Bir de Samet Ağaoğlu’nunki var.

Samet Bey, Ataç için şu sözleri sarf ediyor:

“Derin bilgisine rağmen ikide bir fikir değiştirirdi. Bence Nurullah Ata’nın bütün fikir ve görüşlerine öncülük eden yalnız hisleri idi. Şu veya bu sebeplerle hislerinin rengi durmadan değişiyordu. Nurullah Ata’daki his dalgalanmalarının ana kaynağı da bazı kompleksleri! Komplekslerinin asıl doğum yeri kekemeliği. Bu, sinirlendiği zaman sıkıştırıcı hal alan konuşma zorluğu onda bir mürşit olma ihtirasını uyandırmıştı.”[4]

Öncelikle Samet Ağaoğlu, hiç arkadaşlığı bulunmayıp sadece ismen tanışıklığı olan biri hakkında nasıl bu kadar emin ifadeler sarf edebiliyor? Evet, Ataç’la Samet Ağaoğlu arkadaş değildiler. Arkadaş olmamalarındaki sebep aralarındaki yaş farkı değil, fikirleriydi. Takıldığım noktalardan biri Samet Ağaoğlu’nun sanki inatla söylemiş gibi Ataç’ın kekemeliğine vurgu yapmasıdır. Meral Hanım, Ataç’ın kekeme olmadığını, sadece sinirlendiği ve heyecanlandığı zamanlar bazı kelimelerde tutulduğunu bilhassa belirtir.[5] Samet Ağaoğlu’nun bu vurgusunun saklı bir hınç olması da muhtemeldir.[6] Meral Hanım buna muvazi olarak şu hadiseyi aktarır ve yorumlar:

“Babam, emekli olduktan bir süre sonra Samet Ağaoğlu’na rastlamış. Yanlış anımsamıyorsam Ankara Palas’ın önünde karşılaşmışlar. Samet Bey, babama, ‘Hocam! Emekliye ayrıldığınızı duydum, bir şikâyetiniz varsa neden gelip bana söylemediniz?’ demiş. Babam, bu soruya ‘Samet! Benim işim gücüm kalmadı da sana şikâyete mi geleceğim?’ diye yanıt verip yürümüş. Bunu eve geldiğinde bize anlatmıştı. Samet Bey, partisinin kuvvetli, sözü geçen bakanlarındandı. Çoğu kimselerin el pençe karşısında durmalarına alışmıştı. Babamın bu yanıtına, yürüyüp gitmesine gönül koymuş olabilir.”[7]

Görüldüğü gibi birinci yol böyle güven vermeyen bir vaziyettedir. Birinci yolda ısrarımız bizi bir terakkiye kavuşturmayacağı gibi belki de Cemil Meriç’in herze ithamlarına ikna olup Ataç’ı “şımarık, yılışık, cahil ve kabiliyetsiz bir dilekçe yazarı”[8] olarak kabul etmemize sebep olacaktır. Bu yüzden hem Ataç’ı daha sıhhatli değerlendirmek hem de onun liyakatini naçizane sorgulamak için ikinci yolu seçmek zorundayız. Bu yolda birikimimizden aldığımız destekle Ataç’la baş başayız.

Öncelikle liyakat nedir? İlhan Ayverdi “lâyık olmaya sebep teşkil eden yetenek, yeterlilik, kifâyet” diyor bu kelime için. Ben kelimelerin uyandırdığı çağrışımları önemserim. Liyakat bende inancı ve ahlâkı[9] çağrıştırıyor. Bir şahsın liyakati söz konusu ise ben önce onun kendini muvazzaf kıldığı şeye inancını sorgularım. Cemil Meriç, Ataç için “hiçbir şeye inanmazdı” der ve ekler: “Çünkü inanmak sevmek demektir.”[10] Doğrusu Cemil Meriç’in bu sözleri çok keskin ithamlar. Elbette bu sözlerin kara ışığında Ataç’ı değerlendirecek değilim. Bu sözlerin aksine Ataç, kuvvetli bir inançla sevdiği işe sıkı sıkıya sarılmıştır.[11] Öztürkçeciliği bunun bir göstergesi değil mi?

Onu böyle bir faaliyetin merkezine sürükleyen etkenlerden biri, konuşma dilini yazı dilinde hâkim kılma amacıydı. Şevket Rado bir yazısında dilimizdeki ağdalı dönemi yorumlarken eski ediplerin bilerek yazılarını amiyane konuşma dilinden ayırıcı bir şekilde yazdıklarını ve yeni dille çok kolay edip olunduğunu söyler.[12] Ataç bu yerleşik idrakin tam karşısına konuşlandırır kendini. Onun dileği konuşma dilinin salt yalın güzelliğini yazıya geçirmekti. Lakin Ataç’ın bu yolu benimsemesinin konuşma dilini yazı dilinde hâkim kılma hususu dışında başka bir sebebi daha var:

“Dil işine sonradan giriştim. Daha önce başlasaydım, dil devriminin gerekli olduğunu daha önce anlayabilseydim ne iyi olurdu!... Erken olsun, geç olsun, giriştim dil işine. Gençler arasında bana uyanlar oldu. Yaşlılardan da var. Neden ötekilerden çok bana uyanlar oldu? Dil işine girişmem de bir çıkar kaygısıyla değildir de onun için. Alıklar benim şu bu buyurdu diye, şuna buna yaranmak için öz-türkçeye özendiğimi sanırlar. Oysaki ben, öz-türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkarttım. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır bana deli diyenler. Öz-türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, yunanca öğretilmeyen bir ülkede tek doğru yolun, tek usul (aklî, akla uygun) yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu tuttum.”[13]

Eski yazılarından anlaşılacağı üzere güzel bir Türkçesi var Ataç’ın. Yani eski dile oldukça vâkıf. O halde diyebiliriz ki kendimi zora soktum derken samimidir Ataç. Düşünce ve duygularının ayrılığı onu besler:

“Ne yapayım? Düşüncelerim başka, duygularım başka benim. Onları biribiriyle uzlaştırmaya, düşündüğüm gibi duyup, duyduğum gibi düşünmeye özenmiyorum. Doğrusunu söyleyeyim, bu ikilik hoşuma gidiyor benim. Bir kalıp olmak iyi mi sanki? Kimi düşüncelerime bırakırım da kendimi bir yana, kimi duygularıma bırakırım da öte yana giderim, iki yanın da ayrı ayrı güzellikleri var, ayrı ayrı hazları var, hepsini tatmağa çalışırım.”[14]

Ataç, dili Türk milliyetçiliğinin bir yönü olarak görmüyordu. Dilimize yerleşen kelimeleri ve devrik cümledeki ısrarı onun olgun girişimleriydi. Fakat ben Ataç’ı asıl şundan dolayı liyakatli bulurum. O da eleştirmen sorumluluğu… Şöyle ki, var olanı kâfi bulmayıp kendi birikimi vasıtasıyla üretmiştir. Ayrıca onun “doğruluğu” da liyakatinin bir çeşit özüdür: “Benim önemimin gerçek yanı… Kısaca söyliyeyim onun ne olduğunu: doğruluğum. Edebiyatta, dil işinde yalandan kaçınıp düşündüğünü bezeksiz, donaksız, olduğu gibi söyleyişim. Büyük bir şey değil ya, pek de küçümsemeyin.”[15]

Evet, Ataç liyakat sahibi idi. Ama bunu tuhaf bir yöne çekmenin ekşi bir tadı, sevimsiz bir yanı var benim nazarımda. “(…) eski nesir yavandı. Okuyana zevk vermiyordu”[16] da ne demek? Buna katılmıyorum. Aksine Türkçe en güzel kıvamına Ataç’tan sonra kavuşmadı. Yahya Kemal’in, Refik Halid’in, Tanpınar’ın elinde o zaten en güzel şeklini bulmuştu.

Batılılaşmanın lüzumuna inanan Ataç bir yazısında yüz elli yıldır Doğu’dan ayrılıp Batı’ya yöneldiğimizi, Doğu’nun törelerine, yasalarına, değerlerine bağlı kalamayacağımızı söylüyordu.[17] Dil devrimine de bu düşünceyle sarılmış, dil devrimini Doğu’dan Batı’ya yönelmenin bir gereği olarak görmüştü.[18] Nitekim Ataç’ı değerlendirirken ister istemez fikrî bağlılıkları karşımıza çıkıyor. Bu da bizi ideolojik bir zemine sürüklüyor. Birinci yolun rüzgârından kaçamıyor, kendimizi arzu etmediğimiz bulamaç bir bütün içinde buluyoruz. Sanırım bu karmaşıklığı Ataç’ın birçok konuya temas eden tüm yazılarına ulaşarak aşabileceğiz.



[1] Peyami Safa’nın Ataç’ın ölümü üzerine neşrettiği bu yazıyı -Ataç’ın ağır hasta olduğu haberini alınca sanki hep bu ânı kollamış gibi- ölümünden bir gün evvel, yani Ataç daha ölmeden yazdığı söylentisi vardır. Peyami Safa, Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 184.

[2] İnci Enginün - Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2013, s. 296.

[3] Safa, a.g.e., s. 184.

[4] Samet Ağaoğlu, İlk Köşe, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 96.

[5] Meral Ataç Tolluoğlu, Babam Nurullah Ataç, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 119.

[6] Yazının bütünlüğünü dağıtmamak için burada bir izahat vermek istiyorum. İsmet İnönü’nün öğle yemeklerini ara ara Ataç’la yediği olurmuş. Celal Bayar cumhurbaşkanı olunca birtakım değişiklikler yapılmış. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cemal Yeşil Bey elçi olarak tayin edilmiş, yerine Nurullah Tolon getirilmiş. Bir gün yemek vaktinde Ataç tam sofraya oturacağı sırada Tolon “Nurullah Bey, siz şöyle otursanız” diye bir yer göstermiş. Zaten görevden ayrılmayı ciddi ciddi düşünen Ataç, bu saygısızlık olarak algıladığı hareket üzerine köşkü terk etmiş ve bir daha da gitmemiş. Samet Ağaoğlu ise bunu bilmesine rağmen hadiseyi bulamaç yapma arzusuyla Celal Bayar’ın Ataç’ı yemeğe kabul etmediğini, bunun üzerine Ataç’ın köşkü terk ettiğini, bunun doğru olmasa bile Ataç’ın ruh yapısına yakıştığını pişkin bir şekilde ifade eder.

[7] Tolluoğlu, a.g.e., s. 121.

[8] Cemil Meriç, Jurnal Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 161.

[9] Ataç’ın ahlâklı bir edip olduğunu söyleyebiliriz. Mesela tercümelerinde henüz Türkçeye yerleşmediği için olsa gerek kendi uydurduğu kelimeleri göremeyiz. Bu onun ahlâklılığına bir örnektir.

[10] Meriç, a.g.e., s. 160.

[11] Burhan Belge, ölümü üzerine yazdığı yazıda Ataç için “ışığını o derece kendinden alan bir insan idi ki, inanmadığını sevemezdi” der.

[12] Şevket Rado, Sözün Gelişi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003, s. 175.

[13] Nurullah Ataç, Diyelim – Söz Arasında, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, (Diyelim), s. 19.

[14] Nurullah Ataç, Günlerin Getirdiği – Sözden Söze, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 256.

[15] Ataç, (Diyelim), s. 19.

[16] Bülent Aksoy, “Altmış Yıl Aradan Sonra Nurullah Ataç’ın Düşündürdükleri”, Birikim, sayı 340, Ağustos 2017, s. 110.

[17] Nurullah Ataç, Karalama Defteri – Ararken, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, (Karalama), s. 140.

[18] Ataç, (Karalama), s. 139.