Türkiye'de Çocuk Ol(ama)mak ya da Devrimin Gözyaşları

İnsanın yüreğinden cımbızla parçalar koparır Ece Ayhan’ın şu dizesi: “Ey orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar…” Ne söylense dillendirilemeyecek olan o kesif acı, ortaokuldan ayrılmakla hayattan ayrılmak arasında asılı kalmış, boğaza düğümlenmiştir. Çocukları kimler, nasıl alıp götürmüştür orta ikilerden, tahsiller neden böyle yarım kalmıştır? Ece Ayhan bu hususta gayet nettir: Devlet. Hayatın başından yahut sonundan değil, tam ortasından ayrılmak... Yaşken eğmek şöyle dursun köklerinden koparmak, kırıp dökmek ve neden sonra zamanın boşluğuna savurmak… Çocukların ortaokuldan ayrılmalarındaki acı bunca tarifsizse dil ne yapsın, onun da bir hududu var neticede. Canından kopup gelerek “ey” diye seslenip bağrına basıyor, öldürülmüş tüm çocukları geri çağırıyor şair.

Ece Ayhan şiirinin asli niteliği “yalınayak” olmasıdır. Söylemsel tüm şiddeti de bu yalınayaklıkta açığa çıkar. Ece Ayhan’a göre, kötücül bir sarışınlıkla yüklü muktedir öznenin (Türk ve Sünni öznenin) en iyi yaptığı şey, bakışlarını kaçırmasıdır. Ece Ayhan kaçırılan bakışların, inkâr ve imha siyasetlerinin karşısına esmerleri, melezleri, garibanları, adı sanı unutturulmaya çalışılanları (Ermenileri, Kürtleri, Rumları, Alevileri), daha da beteri fukaraları çıkarır, hem de beyaz değil, zift karası hayaletler kılığında. Araya tabakaların girmediği yalın bir şiddettir bu. Şiir vasatında tezahür eden bu şiddet, Cumhuriyet rejiminin meşrulaştırılmış şiddetindeki Kötülük damarını ifşa eder.

Ece Ayhan, “sarışın Cumhuriyet”in tahakküm ilişkilerinin çözülmesi, eşit ve demokratik kıstaslar doğrultusunda yeniden kodlanabilmesi için, “cumhur”un hasıraltı edilmiş bütün karalarından yana atar zarını. “Cumhur” diye tedavüle sokulmuş sarışın özneyi kabul etmez. Siyasal bir tercihi sonuna kadar götürecektir. Gerilimi yükselttikçe, kaybı da o oranda telafisiz olacak bir bahistir bu tabii. Ece Ayhan kaybedeceğini bilir bilmesine ama sözünü söylemekten çekinmez: Türkiye’de devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorularına doğru cevap vermeye kalkışmanın bedeli, “devlet dersinde” öldürülmek olmuştur. Cumhuriyet rejimi ve onu doğuran modern devlet yapılanması “okul” imgesinde, devletin tüm yasal ve yasadışı icraatları da “ders” imgesinde tezahür eder: Devlet, haddini aşanlara dersini veren korkunç bir makinedir.

Gelgelelim cinayetlerle inşa edilmiş bir siyasal rejim ne yaparsa yapsın iflah olamaz. Muktedir sarışın öznenin kurucu temelleri krize sürüklenmeye yazgılıdır. Nitekim “Yahya Kemal ve aynı meşrepten arkadaşları Eyüp Sultan’da ‘cumhur sikişi’” yapadursunlar; medeni saflığın, tarihsel temizliğin -Hasan Ali Yücel’in sözüyle “tam Türkün”- burnunun dibinde, dillerinde küfür kasırgasıyla, “pezevenk babalardan ve orospu analardan” doğma “piçler” peyda olmuştur. Bu kapkara piçlerdir işte siyasal iktidarın tamlık yaratma teşebbüslerini boşa düşürecek olanlar. Kökensizlik manasında “piçlik,” daha önceki edebi anlatılarda olduğu gibi ağlamaklı içeriklerle değil, aksine kışkırtıcı ve yıkıcı anlamlarla donatılmıştır Ece Ayhan şiirinde. Genişleyen, içine toplumsal hayatın tüm dışlanmışlarını alan devrimci bir kategoridir. Kara özne, piçliği bir itham olarak anlamlandırmaz, bilakis bütün çağrışımlarıyla olumlar. “Sarışın Cumhuriyet”e itiraz edenler piçlikle damgalanmayı göze almak zorundadır artık. Piçlik kategorisinin teolojik ve ahlaki anlamlarının keskin uçları, stratejik bir hamleyle, bu kategoriyi dillendirenlere bükülür. Herhangi bir varlığı piçlikle yaftalayan, ona göre muamele eden bir özne kendi kökenini gözler önüne serer. Ece Ayhan’ın siyasal tasavvurunda ve imgesel-estetik imalatında Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Yahudiler, fukaralar vb. rahatsız edici bir piçlik söylemi içinde arz-ı endam ederler, unutuşa karşı hafızanın zırhını kuşanarak. Ece Ayhan’da piçler, kuşatıcı “çocukluk” kategorisinin en yıkıcı ve şeytani bileşenidir.

Ece Ayhan’ın siyasal tasavvurunda demokrasi umudunu, devrim arzusunu diri tutan çocuklardan başkası değildir. Çocukları devrimin ve demokrasinin öznesi haline getiren tek şairdir Ayhan. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1940’da yayımlanan Çocuk ve Allah adlı şiir kitabında çocukluğu merkezi bir kategori olarak şiirsel imalata taşımıştır. Lakin Ece Ayhan’daki hâliyle çocukluk kategorisi, Dağlarca’nın inanca açılan, sonunda Allah’ı bulan, sahih imanın kaynağı, meleksi bir saflıkla bezeli çocukluk kategorisinden çok uzaktır. Ece Ayhan’ın çocukları günahtan doğmuşlardır; Allah’ı yahut devleti değil, bağıra çağıra devrimi ararlar. Ece Ayhan komünizm-anarşizm ütopyasının gerçekleşmesi adına “solgun bir halk çocukları ayaklanması”na var gücüyle bel bağlayacaktır.

Türkiye’de “sarışın Cumhuriyet”le taçlandırılan devlet yapılanması, zamanla koluna burjuvaziyi de takarak tamlıklara hücum eden ortaokuldan terk çocukların “yaramazlıklarını” burunlarından fitil fitil getirecektir tabii. “Sarışın Cumhuriyet”in bütün mesaisi memleketin karalarının çocukça kabaran öfkesinin ve sevincinin önünü almak olmuştur. Öfkenin bir adım sonrası siyasal bilinçtir. Tahsilden uzaklaştırmalarının sebeplerinden biri de, çocukların bu siyasal bilince ulaşılmalarını engellemektir. Siyasal iktidar burada ince bir yeri atlar ama: Esas okul hayattır! Ortaokuldan terk çocuklar, “hayat okulu”ndan mezun olurlar. Burada müfredatı bitimsiz deneyimler oluşturur; öğretmenleri eylemler tayin eder. Hayatın rahleyi tedrisatından geçenler, kendi talim ve terbiyelerini yaratarak dersleri tek tek ikmal ederler.

Buradan sonra siyasal iktidar esmerleri sefaletle terbiye etme yoluna gidecektir. Zulüm, aşağılama, inkâr, öldürme vb. tüm pratikler sınıf temeline oturur. Oraya buraya dağılmış kara çocukların hikâyesi de, bu eşikte birbirine teyellenir. Muktedirlerin sözümona kökleri çok eskilere uzanan şanlı ataları varsa, piçlerin de tıpkı kendileri gibi günahkâr, dünya dışına fırlatılmış bir atası vardır: Kentlerin kıyılarında hesapsızca üreyip çoğalan, insanla hayvan arasındaki gri bir bölgede ikamet eden proletarya. Proletarya dünyada olduğu gibi Türkiye’de de piçlerin döl yatağıdır: Dünyanın acı çeken yaratıklarını kanatlarının altına alan, kimliklere gövdesinde yer açan proletarya.

“KARA KAMU”NUN KARALTILARI: ORTA İKİDEN TERKLER

Ece Ayhan’da “okul” mecazı, söylemsel akış esnasında sınırlarını aşar. Hiçbir surette liselere geçilemeyecek, üniversitelere girilemeyecek, nihayet Cumhuriyet’in nimetlerinden –yurttaşlık tarlasından- istifade edilemeyecektir. Çatlamış ellerde titrek kalemlerin değil, bobin tellerinin sızısı kalacaktır bundan böyle. Veremden değil, dehlizvari merdiven altı imalathanelerde kot taşlamaktan ötürü tükürülecektir ciğerler. Fabrikalarda taze bedenler, üç otuz paraya, gün yirmi dört saat sömürüleceklerdir: Lokantaların bulaşıkhanelerinde, çöp konteynırlarının diplerinde, süpermarketlerin kasa önlerinde, havasız kömür ocaklarında, ölümün kol gezdiği tersanelerde, genelevlerin boğuk odalarında, köşelerine tinercilerin, ayyaşların, dilencilerin tünediği netameli sokaklarda birer karaltı olarak devam edilecektir hayat denilen kâbusa.

Ve nasıl ki Ortaçağda cüzzam Tanrı’nın yeryüzündeki gazabını simgelemiş, burunları ve dudakları dökülen, etleri çürümüş cerahatli insanlar koloniler halinde toplumdan dışlanarak damgalanmışlarsa, bugünün “sarışın Cumhuriyet”lerinin orta ikiden terk çocukları da, benzer şekilde devletin ve kapitalizmin bedenlerdeki gazabını simgeliyor, toplumsal ve kamusal hayattan dışlanıyorlar. Ahlak bekçisi riyakâr toplumun huzur adına ödediği kefaret, kapitalist varoluşun sevimsiz sivilcesi olan ortaokuldan terk çocuklar… Islahevlerine, hapishanelere, hastanelere, tımarhanelere doldurulan; öldüklerinde kimsesizler mezarlıklarına gömülen “suçlular”: “Açlar ordusu”nun serdengeçtileri. Tatlı uykuları kaçıran, kentlere musallat olmuş orman kaçkınları, mülkiyetin dokunulmazlığına kast eden haydutlar, “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” denilen aç kurtlardır. Devasa bir hukuk düzeneğinin parçası, ahlaki söylemlerin hedef tahtası; devrimci savaşımların gözden çıkarılan ilk kurbanlarıdır. Marx’ın Manifesto’daki tabiriyle, “toplumsal posa” olarak, en tehlikeli sınıfın silahsız askerleridirler. Varlık hiyerarşisinin en altında yer alırlar. Hayatlarının, akıbetlerinin hiçbir pahası olmaması da bu yüzdendir. “Sarışın Cumhuriyet,” ortaokuldan öldürmeden uzaklaştırdığı çocukları, dünya cehenneminde ucuza çalıştırarak, kurtlar sofasına meze ederek, zamana yayarak öldürmektedir. Geçmişte olduğu gibi hikâyelerini yazan Kemalettin Tuğcu’ları, Orhan Kemalleri de yok üstelik; korku hikâyelerinin önemsiz tipleri, polisiye romanların azılı suçluları olarak yer bulabiliyorlar kendilerine.

“ORTAOKULDAN ÖLEREK AYRILAN ÇOCUKLAR” VE GEZİ DİRENİŞİ

Türkiye’de devlet, hiçbir zaman yalnızca kurumlarıyla öldürmekle, öğütmekle yetinmemiştir. Ölüm şiirlerde olduğu gibi metaforik yahut imgesel olmamış, fiiliyata dökülmüştür. Çocuklar yaşları büyütülerek idam sehpalarına yollanmıştır. Devletin havan toplarıyla parçalanan, mermileriyle delik deşik edilen çocukların haddi hesabı yoktur. “Kadın da olsa çocuk da olsa güvenlik güçlerimiz gerekeni yapar,” diyen zorba yöneticilerin hizmetindeki “emir kulu” polisler, bırakın çocukları balkonlardaki bebekleri dahi öldürmekten çekinmemiştir. Kürdistan çocuk mezarlığına çevrildi âdeta. Roboski’nin sınır boylarında, katır sırtındaki çocuklara tepelerinden bombalar yağdırıldı. Daha geçenlerde Şemdinli’de, hayvan otlatırken avuçladığı bombanın patlamasından ötürü, sekiz yaşındaki Behzat Özen hayatını kaybetti. Devlete “taş attıkları” gerekçesiyle hapishanelere kapatılan -Pozantı’da olduğu gibi- koğuşlarda devlet memurlarınca tecavüz edilen yığınla çocuk var.

Gezi direnişinde polis kapsülleriyle gözleri kör edilen, kafaları patlatılan, sopalarla, demir çubuklarla dövülerek öldürülen çocuklar... Devrimin ve demokrasinin umudu olan bu çocukların ortak paydası ortaokuldan terk çocuklar olmalarıdır. Gerek siyasal iktidar gerekse Gezi direnişiyle ilgili kalem oynatanlar tarafından görünmezleştirilmeleri, kenar figürü haline getirilmeleri de bu yüzdendir. Piyano çalmıyor, çok dil bilmiyor, polislere kitap okumuyor, gitar çalmıyor, tango yapmıyorlardır. “Orantısız zekâ”dan nasiplenmemişlerdir. “Okumuş çocuklar” söylemindeki saflaştırıcı, masumlaştırıcı imgesellikten yoksundurlar. İmajları başka türlü işliyor. Hem mekânsal hem de maddi açıdan “marjinallere” yakınlar. Proletaryayla, emekçilerle göbek bağlarının kesilmemiş olması kamusal hikâyelerinin gönül rahatlığıyla yazılmasının, dilde temsil edilmesinin, siyaseten sahiplenilmesinin önüne geçiyor. Tepeden tırnağa şiddete gömülmüş, şiddetten gelmiş, şiddette görünür olabilen kılçıklı çocukların sevimlileştirilmeleri mümkün değildir. Bir piç, her yerde bir piçtir neticede. Okumadıkları için “büyük adam” da olamayacaklardır belki ama Ahmet Atakan’ın sırtını yasladığı duvar yazısı esaslı bir hakikati açık ediyor: “Ne oldu lan… Büyük adam olamadıysak hayallerimizi de satmadık ya…”

Ece Ayhan’ın hayallerini satmayan çocukları, devlet dersinde peş peşe öldürüldüler. Zorba hükümdarın “talimatıyla” çocuklar avlandı memleketin sokaklarında. Okmeydanı’nda bir sabah evinden ekmek almak için sokağa çıkan on dört yaşındaki Berkin Elvan, aylardır hâlâ ölüm uykusunda, boylu boyunca yatıyor. Türkiye’de devlet, çocukları sabah aç karnına vurur! Mezalimin hududu aç karnına ölmektir. Bir çocuğun yanaklarından süzülen tek bir damla gözyaşı, dünyanın bütün değerlerinden, bilgilerinden, eserlerinden daha hakikatlidir. Egemenlerin zulümleri çocukların gözyaşlarında yunup ortadan kaldırılacaktır: Devrimin gözyaşlarını umut silecektir.

Devlet çocukları öldürerek soy kurutacağını, “kök kazıyacağını” düşünüyor olmalı. Ece Ayhan’ın Gezi direnişinde duvarlara nakışlanan dizesi bunun aksini ifade eder: “Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük.” Kapitalizmin ve devletin tüfekleriyle vurulmuşlar, kapatıldıkları kanalizasyon çukurlarından başlarını kaldırıp geldiler, pejmürde ve kafileler halinde, ses verdiler uzaklardan: “Diren Taksim, Sarıgazi geliyor!”; “Diren Lice, Taksim Seninle!” Umudun bastırıldığı yerlerden kımıldaması değil midir bu? Seslerin coğrafyaları aşarak taze bir dil haline gelmesinden söz ediyorum… Ortaokuldan terk çocuklar Adana’nın Kiremithane, Ankara’nın İncesu, İzmir’in Kadifekale, Diyarbakır’ın Bağlar mahallesinden seslendiler. Bir kere yenildik, bir daha yeniliriz, bin defa yeniliriz dediler: “Gardaş direnmeyek mi la!” Çocuklar, tüm “bebeler” bedenleriyle çıktılar dünyanın sokaklarına. Gözleri çapaklanmış bu çocuklar eksi hesaplardan, açık yaralardan, başka bir dünyayı kurmak, hayatı zapt etmek, eşitliğin ve özgürlüğün şiirini yazmak, adaleti tesis etmek, gasp edilmiş bedenlerini geri kazanmak, çocukluk hayallerine sahip çıkmak için geldiler. Öyle görünüyor ki yine gelecekler zira iman edilmiş bir sözü hayatın akışına bıraktılar: “bu daha başlangıç!”