Tasman Denizinin İki Yakasında Katliam Hesaplaşması

Tasmanya Denizi’nin iki yakasında herkesin yanıtını aradığı soru aynı: Nasıl oldu da Avustralyalı Nazi Brenton Tarrant, elli kişiyi öldürmeden önce istihbarat veya polisin dikkatini çekmedi?

Tarrant ’ın Yeni Zelanda’da Christchurch kentinde gerçekleştirdiği katliam, her iki ülkeyi de derinden sarstı. Olay, öncelikle Yeni Zelanda’yı şok etti ama Avustralyalıların da uykusu kaçtı. Katilin, eylemini “kendi mahallesinde” gerçekleştirmemiş olması, Avustralya’yı teselli etmekten uzaktı.

Avustralya istihbaratının da, komşu Yeni Zelanda’nın da katilden katliam gününe kadar haberdar olmamasının, en azından izlenmemesinin, anlaşılmaz bir yanı yok, aslında. Zira aşırı sağ tehdidi, çok daha büyük bir tehdit olarak değerlendirilen İslâmcı radikalleşme ve terör tehdidiyle karşılaştırıldığında önemsiz sayılıyordu buralarda.

Kör nokta: nefret suçları

Avustralya’nın New South Wales (Yeni Güney Galler) Eyaleti Eski Emniyet Müdür Yardımcısı Nick Kaldas’a göre, geleneksel olarak aşırı sağ ile polis değil, istihbarat ilgilenir. “Christchurch olayından sonra bunun değişmesi gerekir,” diyor Kaldas ve ekliyor: “Benim görev yaptığım yıllarda çok-kültürlü toplumlar, sinagog duvarlarına yazılan Nazi sloganları ve cami duvarlarına yazılan ırkçı sloganları karakola bildirdiklerinde, kimsenin kendilerini ciddiye almadığından şikayet ediyordu. Bu tür, üzerine gidilmediğinde, Yeni Zelanda’daki gibi bir olayın ilk adımı olabilir.”

Avustralya’da birbirinden farkı alanlarda faaliyet yürüten sekiz polis kurumu bulunuyor. Bunların hiçbiri, nefret suçlarını kategorik olarak ayırmıyor, veri bankası oluşturmuyor. Öte yandan FBI raporlarında, nefret suçlarında son üç yıldır artış olduğu vurgulanıyor. 

Nich Kaldas, yukarıdaki görüşlerini 18 Mart günü yayınlanan Sydney Morning Herald gazetesindeki makalesinde yayımladı. Aynı gün Avustralya Gizli İstihbarat Örgütü ASIO’nun genel müdürü başbakanı ziyaret ederek Avustralya aşırı sağının durumu konusunda başbakana brifing sundu. 17 Mart Günü basın toplantısı düzenleyen Victoria Eyaleti emniyet müdürü ise, aşırı sağcıların yakından izlendiği güvencesini verdi.

Brenton Tarrant’ın gerçekleştirdiği katliam sonrası, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in açıklamasının, başka “büyük” olaylarda bu ülke liderlerinin tepkisiyle karşılaştırıldığında radikal bir açıklama olduğunu kabul etmek gerek. Ardern’in sözlerinde, ülkesinin Müslümanlarını ötekileştirmek bir yana, bilinçaltında bulunması muhtemel “biz”- “onlar” ayrımının izi yoktu. Katliam sonrası yaptığı etkileyici konuşmayı değerlendiren bir Yeni Zelanda radyo sunucusu, konuşmanın kalitesinde kadın başbakanın liderlik ve samimiyetini değil, konuşma metni yazarının yeteneğini gündeme getirince tepki topladı.

Ardern’in liderlik göstergesi olarak değerlendirilen konuşması, artık liderlerde görülmeyen ve tepkilerin kanıtladığı gibi, belli ki özlenen bir meziyet. Özellikle komşu Avustralya, konuşmayı bağrına bastı. Avustralya Başbakanı Scott Morrison, tepkisini gösterirken beklenmedik bir şekilde (!) katilin “aşırı sağcı” olmasını atlamamasına rağmen, onun sözlerini Ardern’le karşılaştırıp “şaka gibi” olduğu yorumunda bulunanlar oldu. Söz konusu konuşmanın akşamında, bir gazeteci, televizyon canlı yayınında, Scott Morrison’un 2011 yılında bir Liberal Parti toplantısında, Avustralya’ya Müslüman göçünü gündeme getirip bunu siyasi olarak kullanmak gerektiğini savunduğunu hatırlattı.

Yine Morrison’ın, Christchurch olayında katilin “aşırı sağcı” olduğunu açıkça belirtmesi, bir teselli sayılıyor. Son federal seçimlerde sadece on dokuz kişinin birinci tercih oyunu alarak, seçim sisteminin açığından yararlanıp Avustralya’nın göçmen ve Müslüman karşıtı One Nation (Tek Millet) Partisi’nden senatör olan Fraser Anning ise, Nazilerin sesi oldu. Senatoda yaptığı ilk konuşmasında Nazilere mahsus “nihai çözüm” kavramını kullanan Anning, Christchurch katliamdan Müslümanları sorumlu tuttu ve ertesi gün basın karşısında görüşlerini savunurken, 17 yaşında anti-faşist bir gencin yumurtalı saldırısına uğradı. Aborijin kaynaklara göre  Anning ailesi, 1800’lerde Aborijinlere karşı insanlık suçu işlemiş bir aile. Bazı hatıralarda, Fraser Anning’in büyük büyük dedesinin ismi geçerken, “siyah avından daha yeni döndü” gibi ifadelere rastlanıyor.

Christchurch katliamını gerçekleştiren katilin, Yeni Zelandalı işbirlikçisi olmayan bir Avustralyalı olması, aşırı sağ terör sorununun Yeni Zelanda değil, Avustralya’nın sorunu olduğunu ortaya koydu. Aşırı sağ örgütleme ve şiddet, katliamın gerçekleştiği Yeni Zelanda’da değil, Avustralya’da tartışılıyor.

Bireysel silahlanma sorunu

Sorunun Yeni Zelanda’da öne çıkan yönü ise, Avustralya’da tartışma konusu olmayan silah yasaları. Avustralya silah yasaları çok sıkı. Yeni Zelanda’da “avcılık” amacıyla yarı otomatik tüfek satın almak mümkün. Yeni Zelandalılar “kendimi koruyacağım” gerekçesiyle silah alamıyor. Yeni Zelanda’da sivillerin silah sahibi olma oranı, Irak, Pakistan ve Kosova’dan yüksek. Christchurch’de kullanılan katliam silahı, 2017’de Las Vegas’da elli sekiz kişinin öldürüldüğü olay ve diğer başka başlıca katliamlarda da kullanılan AR-15 türü silah. Bu silah, “sivil M-16” diye tanınıyor; katliamcıların gözdesi.

Yeni Zelanda’da son kitle katliamı 1997’de meydana gelmişti. Kuzey Adası’ndaki Raurimu’da silahlı bir kişi, altı kişiyi silahla öldürdü, dört kişiyi yaraladı. Geçen hafta Christchurch’de Cuma namazında iki camide düzenlenen ve elli kişinin ölümüne neden olan katliam, o tarihten bu yana meydana gelen ilk olay.  Karşılaştırmak gerekirse, 1997’den bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde meydana gelen katliam sayısı ise doksan.