Belki, Mimari

Edebiyattan iktisada, psikiyatriden Avrupa tarihine kadar pek çok alanda kalem oynatan Michel Foucault, mekâna sık sık değindiyse de, Paul Rabinow’un kendisini doğrudan konuyu düşünmeye davet ettiği bir söyleşisi haricinde, mimarlık üzerine hiç “doğrudan” yazmadı; ama düşüncesi ve üslubu tepeden tırnağa mimariye bulanmıştı.[1] “Panoptikon” kavramı herhalde bunun en açık kanıtıdır. Jeremy Bentham’ın “şeffaf toplum düşü”nü eleştirel bir tarzda ele alırken, mimariyi iktidar açısından bir kavrama zemini, belki de -ifrata kaçmayı göze alırsak- bir model önerisi olarak düşünüyordu. Kıyas anlamayı kolaylaştırır derler: Foucault, siyaset teorisine bulaşan hukuku, izi tozu kalmayacak bir biçimde düşüncesinden kazımaya çalışırken, bir üstyapı kurumu olarak mimariye karşı -tabiri caizse- biraz müşfiktir. Eline geçen pek çok nesneyi “riskli” ve “tehlikeli” ilan etmekten zerre çekinmeyen bu anarşist arşivcinin kapatma kurumlarına duyduğu öfkeyi de hesaba katarsak mimariye karşı tavrı epey ilginçtir.[2]

Oysaki disiplinler eliyle “itaatkâr bedenler” yaratılmasında şu “mimari denen düşünce”nin hiç mi payı yoktur? Yoksa bu, tam da biçimler üzerine düşünmenin kusursuz cinayeti midir? Yakasını Foucault’nun düşünce sistemleri tarihi araştırmasından kurtarabilen bir düşünme biçimiyle mi karşı karşıyayız? Mimarinin bizzat bir dispositif (düzenek) olarak görülmesi mümkün değil midir?[3] “Bedenin bu kadar zorlayıcı ve baskıcı yatırımların nesnesi haline gelmesi kesinlikle ilk kez olan bir şey değildi; her toplumda beden, ona kısıtlamalar, yasaklar ve zorunluluklar dayatan bazı katı güçlerin pençesindeydi,”[4] diyen, dikkatimizi mimari bir form olarak panoptikonda cisimleşen fenalıklara çeken Foucault, mimarinin suç ortağı olma potansiyelini gözden kaçırmış olabilir mi acaba? Üstelik de, o meşhur cümleyi (neresinden bakılırsa bakılsın, Foucault külliyatının hafızalarda en çok yer tutan ama aynı zamanda en büyük skandallarından biri olan o cümleyi) sarf ettiği kitabında: “Hapishanelerin fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere –bunların hepsinin de hapishanelere– benzemesinde şaşılacak bir şey var mı?”[5]

Foucault, şaşırma hakkımızı elimizden alırken yerini bir hayıflanma dalgasının istila edebileceğini düşünmüş müydü? Evet; tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de “Genel Hastane” belası var! 1656 yılında yayımlanan bir fermanla Paris’te kurulan bu hastane görünümlü “şer yuvası”, Fransa’da yirmi yıl içinde pıtrak gibi çoğalacak ve düşünürü “tıbbi bir kurum değildir” uyarısını kitabının girişine asmak zorunda bırakacaktı. Hastaların, yoksulların, serserilerin, düşkünlerin, sakatların, ezcümle toplumsal artı değer üretmekten azade olanların neredeyse zorunlu uğrağına dönüşen bu mekân üzerine bu denli düşünmüş olan Foucault’nun bütün bu tahakküm ilişkilerini kuvveden fiile geçiren “pratik”i daima bir dolayımda düşünmesi “heyhat” nidasını hak etmiyor mu?

Büyük düşünürün büyük günahını “affettiremez”, ona “sağlam bir mazeret” bulamaz mıyız? Noksanlığın keşfinden doğan heyecanımızı ve buna bağlı kibrimizi bir anlığına kenara koyup parmak uçlarımızın temasından üretilen geniş gönüllülük enerjisini, son kırk yılın en çok referans yapılan düşünürlerinden biri için tevazu çağrısına dönüştüremez miyiz? “Foucault’nun buna ihtiyacı olduğundan değil tabii”leri unutmadan, savunma görünümü altındaki gizli buyurganlığa kapılmadan, “belki”lere değe değe? Sonuçta “deneyim”e bunca vurgu yapmış bir ismin, deneyimin bütün maddi koşullarını ve bunları imkânlı kılan bütün pratikleri ele alması beklenemez diyebiliriz.[6] Belki de bu unutkanlığın önemsizliğinde ısrar etmeliyiz. Her şeyi düşünmenin imkânsız olduğunu; her şey üzerine eleştirel bir not düşmenin filozofun rolü olmadığını iddia edebiliriz. Kendi görme alanımızın sınırlılığını hiç hesaba katmıyormuş gibi, her şeyi görmenin olanaksızlığına dair bir zeytin dalı uzatabiliriz belki bu eleştiriye?

“Belki”ler -Osman Konuk gibi söylersem “tehlikeli belki”ler- Nietzsche’ye tahsis edildiğinden terekesinden Foucault’ya da bir şey düşer ihtimalen; ama bu “belki”den ziyade “tehlike”dir. Anımsayalım: “Sonuçta zemin, biz neysek odur -bizi kateden çatışmalar, gerilimler, sıkıntılar-, sağlam zemin demeye dilim varmıyor, çünkü tanımı gereği dinamitlenmiştir, tehlikelidir, üstünde hareket ettiğimiz zemin.”[7] Zemin sağlam olmadığına göre mimariden söz edebilir miyiz? “Ben bir dinamitim,” diyen Nietzsche’nin tilmizi, mimarinin ayakucunda dinamitlenmiş bir zeminin, tekinsiz bir biçim algısının yer aldığını düşünmüş olabilir mi? “Belki” de bu yüzden mikroskobik bir iktidar analizinin peşine düşerken, mimariyi hep cepkeninde tutmuş ama onu asla lamla lamel arasına sıkıştırmamıştır.

Foucault’nun düşüncesinde mimarinin etkisi sadece bir formun inşası ve bu formla ilişkili iktidar ilişkilerinin analiz edilmesinden ibaret değildir. 1977-1978 derslerine şöyle üstünkörü bir göz atmak kâfi. Zaten dersin adı bir ipucu da veriyor: Güvenlik, Toprak, Nüfus. Mimari düşünce için vazgeçilmez üç öğenin bu dersin adını taşıması bir tesadüf mü? Bir şarjör “belki”yi boşa sarf etmeden söyleyelim: Kitabın adında geçmese de, uğraştığı temel sorun bir mimari sorunuydu. “Toplumsal mimari” deyip bir metafora sığınılacak gibi de değil üstelik.

Foucault, bu derslerde “şehir” üstüne düşünecek, güvenlikten yola çıkıp çiçek hastalığının nasıl yayıldığını ele alacaktı. Eski defterleri yeniden açan düşünür, “Disiplin geniş anlamıyla bina etme, inşa etme üzerine kuruludur,”[8] diyerek “mimari” ve “disiplin” ilişkisi üzerine açıktan düşünmeye başlayacak; kollarını sıvayıp Nantes örneğini ele alacaktı. Foucault’ya göre “Nantes’ın sorunu, genel sorunun ta kendisi”ydi: “Üst üste yığılmalara son vermek, yeni ekonomik ve idari işlevlere yer açmak, yakın çevredeki köylerle ilişkileri düzenlemek ve nihayetinde büyümeyi öngörmek.”[9] Mimari sorun hızla bir şehir planlamacılığı sorununa dönüşecek, iki alanın kesişimde asıl mesele, Foucault okurlarının yüzünü ekşitmesine yol açacak bir benzetmenin sırtına yüklenecekti:

Rousseau isimli bir mimarın, Nantes şehrini kalp biçimindeki bir tür büyük bulvar-gezi alanı etrafında yeniden inşa etmeye yönelik projesini geçiyorum, her ne kadar hoş olsa da. Elbette hayal kuruyor, ama yine de önemli bu. Burada sorunun bir dolaşım sorunu olduğunu görüyoruz, yani şehrin iyi bir dolaşım aracı olabilmesi için kan dolaşımını sağlayan bir kalp biçiminde olması gerekiyor.[10]

Foucault bu bağlamda mimariyi bir “dışlama ve dolaşım” sorunu çerçevesinde ele alır. Nantes minvalinde problemin dört işlev üzerinde yoğunlaştığını tespit eder: Hijyen sorunu, şehrin iç ticaretini garanti altına almak, şehri bu yapıya koşut bir şekilde dışarıya bağlayacak bir ağ kurmak ve son olarak da -kaçınılmaz bir şekilde- şehrin denetimini sağlamak. Buradan yola çıkarak disiplinci-güvenlikçi bir şehir düşünün “boş ve yapay bir mekân” üzerinde çalıştığını, ancak “güvenlik”in bir dizi maddi öğeye yaslandığını söyler. Bir DNA sarmalı gibi birbirini üstünde hareket eden disiplin-güvenlik ayrımını şehir ve ihtiyaçları üzerinden tartışır. Temel ekseni işlevsellik olan bu tartışma tepeden tırnağa dolaşıma, başka bir deyişle bulaşmaya odaklamıştır. Aslında direksiyonu açık bir biçimde şehir planlamasına doğru kırmıştır; ancak konunun giriftliği, belki de sarmalın hareketi onu yeniden mimarinin sularına çekecektir. Ne de olsa bu iki alanı birbirinden ayırmak pek de mümkün değildir.

Şehrin hareketi onu “ortam” [milieux] kavramının sularına sürükler; biyolojiden fiziğe uzanan bir perspektifle kavramın mimari çağrışımlarını da yedeğine alarak tabii: “Peki nedir ortam? Bir cismin diğeri üzerindeki mesafeli eylemini izah etmek için gerekli olan şeydir. Yani bir eylemin dayanağı ve dolaşım öğesidir.”[11] Ne var ki, kavram on sekizinci yüzyıl mimarlarının kulaklarını tırmalayacak ölçüde yabancıdır. Yine de ortamın mimari düşünceden pay almadığını söylemek de olanaksızdır; çünkü “ortam, dolaşımın gerçekleşmesine olanak sağlayan şeydir. (…) Ortam orada yaşayan herkesin üzerinde uygulanan bir dizi kitlesel etkidir” ve “son olarak ortam, bireyleri, hükümranlıkta olduğu gibi özgür edimde bulunulabilecek hukuksal özneler bütünü olarak görmek yerine, ya da disiplinde olduğu gibi performans beklenen beden ve organizmalar çokluğu olarak görmek yerine, tam da bir nüfus olarak gören bir müdahale alanı teşkil eder”.[12] Böylelikle mimari, nüfus üzerinden bir kez daha düşünürün gündemine girer. Bireylerin bir araya gelmesi olarak nüfusun şehre nasıl yerleşeceği, şehrin içine nasıl dağılacağı ve şehirde nasıl dolaşacağı (şehre nasıl bulaşacağı?) asli bir sorun olarak belirmeye başlar. Ne var ki, hevesimiz bir kez daha kursağımızda kalacaktır. Un, yağ ve yumurta hazırdır; ama Foucault, tıpkı devlet teorisi hususunda yaptığı gibi, bütün malzemeyi (güvenlik, toprak, nüfus) mutfağa taşıyacak ama yemeğin nasıl yapıldığını göstermeyi reddedecektir.

Evet, Foucault mimariye hukuka reva gördüğü muameleyi hiç etmemiştir; çünkü hukuk sahte nesnellik iddiasıyla siyaset teorisine beyaz alanlar olduğu imasında bulunurken, mimari bu sahte rüşveti teklif dahi etmez. Hukuk, iktidar oyunlarını bertaraf edebileceği iddiasıyla insanı kendi zımni şiddetine açık hale getirirken, mimari iktidarın strateji oyunlarından ibaret ve gerektiğinde bizzat bu stratejinin uygulanma yordamlarından biri olduğunun farkındadır. Bu yüzden tam da Foucault’nun iktidara ilişkin “asli hassasiyet”ini dışavurma kapasitesine sahip bir düşünme biçimidir. Doğası gereği salt özgürleştirici ya da bastırıcı değil, aksine özcülüğe meydan okuyan bir belki, ihtimaller denizinde karaya oturmadan limana yanaşma teklifidir. Özgürleştirici olduğu iddia edilen bir form, ani bir mutasyonla son derece baskıcı bir hal alabilir; özgürleştirme vaadindeki bir boşluk, kolayca özneyi toplumsal ilişkilerden yalıtan bir şiddet aygıtına dönüşebilir.

Mimari, belki de içeriksiz bir biçim, hiçbir mantığın üzerinde hâkimiyet kuramadığı kaygan ama vazgeçilemez bir zemin, dolaşım ve boşluk üzerine düşünmenin eşsiz bir yöntemi olduğu için, Foucault’nun zihninde sesi derinlerden duyulan ama çıplak gözle görülemeyen çarklardan biridir. Tehlikeli oluşu da buradan gelir; çünkü mimari, gizlendiği derinliklerde düşünceye şekil verirken “stratejik nominalizm” ilkesini asla çiğnememiştir.



* Nazik davetleriyle bana Foucault ve mimari üzerine düşünme fırsatı sunan Candan Çınar, İhsan Bilgin ve Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi okuma grubu üyelerine müteşekkirim.

[1] Michel Foucault, “Space, Knowledge, and Power”, The Foucault Reader içinde, çev. Christian Hubert, New York: Pantheon 1984, s. 239-256. Bu söyleşide epey ilginç bir an yaşanır: Rabinow, rahiplerin, gardiyanların ve psikiyatrların tahakkümle ilişkileri bakımından Foucault’nun düşüncesi üzerinde çok etkili olduğunu söyler ve mimarları da bu listeye ekleyip ekleyemeyeceğini sorar. Foucault, bu kışkırtıcı soruya ilginç bir biçimde “mimarların üzerimde hiçbir etkisi olmadı” diye yanıt verir. (s. 247). Yine de mimarinin toplumsal sorunların ele alınıp çözümlenmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemekten geri durmaz. Foucault’nun düşünceleriyle mimari arasındaki ilişki üzerine sonradan epeyce bir literatür biriktirildi tabii. Bu vesileyle şu iki güzel kitabı anımsatalım: Sven-Olov Wallenstein, Biyopolitika ve Modern Mimarlığın Ortaya Çıkışı, çev. Baran Bilir, İstanbul: Lemis, 2019 ile Douglas Spencer, Neoliberalizmin Mimarlığı, çev. Akın Terzi, İstanbul: İletişim, 2018.

[2] Deleuze, Foucault üzerine kitabında bu anarşist arşivcinin tarihte âdeta bir süpernova gibi belirmesini çok ilginç bir biçimde ilan eder. Bilginin Arkeolojisi üzerine konuştuğu bölümün ilk cümlesi şudur: “Şehre yeni bir arşivci atandı.” Deleuze’ün Foucault için şehri uygun görmüş olması şüphesiz tarihin bir ironisi; ama öte yandan da Deleuze’ün “Foucault makinesi”nin hangi düzlemde işlediğini düşündüğüne dair bir ipucu sanırım. (Ara not: Séan Hand’in Minnesota Üniversitesi Yayınları’ndan 2006’da yayımlanan İngilizce çevirisinde bu cümle tamamen pasif bir hale getirilmiş ve “şehir” sözcüğü unutuluşa terk edilmiş. Hand’e göre sadece “yeni bir arşivci atanmış”tır. Peki nereye? Düşünce Fransızcadan İngilizceye aktarılırken, ne yazık ki, mekânını kaybetmiş, muğlaklaşmış ve rabıtasız bir genelliğe tercüme edilmiştir.)

[3] Literatürde Foucault ile mimari arasındaki ilişki yaygın bir biçimde biyopolitika kavramı çerçevesinde tartışılırken, düşünürün erken dönemlerinden “dispositif” kavramını çekip çıkaran John Ploger, mimarinin en başından beri Foucault düşüncesinde önemli bir yere sahip olduğunu göstermeye çalışır. Bkz. John Ploger, “Foucault’s Dispositif and The City”, Planning Theory, cilt: 7, sayı: 1, Londra: Sage, 2008.

[4] Michel Foucault, Discipline and Punish, çev. Alan Sheridan, New York: Vintage, 1979, s. 136-137.

[5] Michel Foucault, Discipline and Punish, s. 228.

[6] Anımsatmak bazen iyidir. Foucault, Deliliğin Tarihi’nde “deneyim” kavramına o kadar çok vurgu yapmıştı ki, daha sonra Bilginin Arkeolojisi’nde pişmanlığını beyan etmek zorunda kalmıştı: “Genel olarak konuşursam, Deliliğin Tarihi’nde ‘deneyim’ dediğim şeye gereğinden fazla ve çok gizemli bir yer ayırdım.” Bkz. Michel Foucault, The Archaeology of Knowledge, çev. A. M. Sheridan Smith, New York: Routledge, 2002, s. 18.

[7] Michel Foucault, İktidarın Gözü, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 2007, s. 175.

[8] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev. Ferhat Taylan, İstanbul: Bilgi Üniversitesi, 2013, s. 19.

[9] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 19

[10] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 19 (vurgu bana ait). Anlaşılan Foucault da kapısı organizmacı zihniyete açılabilecek bu benzetmeden rahatsız oluyor. Dersin elyazmasında bulunan bu ifadelere şunu eklemekten geri durmuyor: “Dolaşım fikrinin içinden arterler geçen bu anatomik figüre ilham verdiğini düşünmek saçma mı? Dolaşım organının şematik ve aşırı üsluplu çerçevesiyle sınırlı kalan bu analojiyi, yazarın ciddiye aldığından daha fazla ciddiye almayalım.”

[11] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 22.

[12] Michel Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 23.