Bir Tiyatro Oyunu ya da Yaratıcı Direniş Hikâyesi

Yaşama böyle -düş kurarak yani- bağlanmak. Demir parmaklıklara sarılan bir sarmaşık gibi.

(Luigi Prandello, Ağzı Çiçekli Adam)

Birçoğumuz denk gelmişizdir -maalesef sadece duyurusuna-, Cenk Dost Verdi, Dünya Tiyatrolar Günü’nde bir oyun sergiledi. Her tiyatro oyunu, hatta her gösterim ayrı bir heyecan, ayrı bir özgünlük barındırıyor. Bu da tiyatronun tabiatından olsa gerek. Ancak bu oyun daha bir özgün; zira bir F tipi hapishanenin görüş odasında sahnelendi. Bu yüzden birebir gözlemlerimi aktarmam mümkün değil, ben de zaten tiyatro eleştirmeni değilim. Ancak durumun kendisi bile üzerine uzun uzun tartışmaya müsait.

Her şeyden önce belki de şunu sormak gerek; bir tiyatro oyuncusu neden hapishanenin görüş kabininde bir oyun sahneler? Mahpuslar ya da yakınları için düzenlenen bir etkinlikten, gönüllü olarak ortaya konulan bir sanatsal faaliyetten falan bahsetmiyoruz burada. Şu anda kendisi mahpus olan bir tiyatro oyuncusunun, zorunlu olarak bulunduğu bir mekânda sergilediği performans söz konusu. Bu yüzden bizler de gidemedik, izleyemedik ya da Verdi bu oyunu istediği yerde, istediği seyirciye sergileyemedi. Çünkü sosyal medya paylaşımları nedeniyle hapiste. 

Aslında benim kendisini tanımam hapsedilmeden öncesine dayanıyor. Geçtiğimiz yıl Moda Sahnesi’nde, “Joko’nun Doğum Günü” oyununu izlemiştim. Yolcu Tiyatro ekibince sahnelenen oyunda Verdi de doktor rolündeydi. Kısaca anlatacak olursam; ailesinin ekonomik olarak bakımıyla sorumlu, genç bir işçi olan Joko’nun hayatını ve bu bağlamda, “eşitsizlik üzerine kurulu ve bu yüzden yiyici ve yok edici” olan modern kapitalist sistemi eleştirel bir gözle anlatıyordu. Mevcut sistemde bireysel özgürlükten dem vurulsa da bedenlerin ve buna bağlı olarak iradenin ele geçirilişi son derece rahatsız edici metaforlarla oyun boyunca gündeme getirilmişti.[1]

Bu sefer söz konusu edilen oyunu ise içerik ve performans olarak izlemek mümkün değil. En fazla oyuncunun o sırada görüş kabininde olan yakınlarından dinleme ya da basılı halde kitaptan okuma şansımız olabilir. Ancak etkinliğin kendisinin aynı “Joko’nun Doğum Günü”ndeki gibi mevcut sisteme yönelik eleştirel bir tavır olduğu kanaatindeyim. Çünkü hapishaneler/hapsetme bu sistemin temel yapıtaşlarından ve günümüz muktedirlerinin varlığının teminatı. Ortaya konan performans da -içeriğinden bağımsız olarak- bu teminatın soruşturulması anlamına geliyor.

Hapishane

Nihayetinde korkunun tutsak edebilmesi, itaat ettirerek düzenleyebilmesi için birilerinin hapishanede “tutsak” edilmesi gerekiyor. Böylece Michel Foucault’nun tabiriyle belirtecek olursam, “ölçü insan”[2] yaratılabilir/insanların toplumsal etkinlikleri kontrol altına alınabilir. İçerideki-dışarıdaki ayrımıyla beraber tahakküm pekişmiş olur. Her ne kadar modern ceza sistemlerinde amacın toplumun savunulması olduğu iddia edilse de bedensel eza bir noktaya kadar kaldırılırken, “cezalandırma” bireyleri iktidar tarafından belirlemenin/nesneleştirmenin ve ekonomik kazanca dönüştürmenin bir aracı olarak gündeme gelir.

Bireyin bu sistem içerisinde nesneleşmesi siyasi iktidar için tahayyül edilebilir, çünkü “panoptikon”[3] ya da “horusun gözü”[4] mantığının hâlâ bir hayli canlı olduğu hapishanelerde etkinlik tek taraflı olarak planlanır; sürekli gözetlenen ve denetlenen, artık sadece bir bilginin nesnesi konumunda olan bireyin bir iletişimin öznesi olmaması sağlanmaya çalışılır.[5] Haliyle bu bir tek tipleştirme sistemi, Zygmunt Bauman’ın tabiriyle, çeşitliliğe karşı bir silah olarak kurgulanır.[6] Zira modern kapitalist sistem zaten bu tek tipleştirme mantığı üzerine kurulu ve öncellerinden farklı olarak modern muktedirler, toplum içerisindeki her şeyi bilmek ve kontrol etmek ister. Bu amaçla bir “ideal”, “makbul” vatandaş kimliği yaratılır, buna uymayanlar/“normal” olmayanalar, yani sorun çıkaranlar ise “normalleştirici yaptırım”a maruz kalır. Bu bağlamda modern toplumun aynı zamanda disipline edici toplum olarak kurgulandığını belirtmek mümkün.[7]

Olağanüstü zamanlardan geçtiğimizi ve bu nedenle olağanüstü bir hukuki rejim uygulanması gerektiğini iddia eden günümüz siyasi iktidarları için hapishanenin önemi daha da fazla. Löic Wacquant’a göre, neoliberal ekonomi politikalarıyla beraber “sosyal devlet” geri çekilirken, hizmet sektörünün öne çıkışı, işsizliğin ve yoksulluğun artışı gibi faktörler devletlerin suç ve ceza politikalarını derinden etkiledi.[8] Güvenlik algısında bir dönüşümün yaratılması amaçlandı ve “tehlikeli sınıfların”, yani “yoksulların suçlulaştırılması” için gereken yasal düzenlemeler yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor. Bu bağlamda “büyük kapatılma”nın[9] ya da “Leviathan”nın[10] neoliberal versiyonuyla karşı karşıya getirilmeye çalışıldığımızı söyleyebiliriz. Çünkü “güvenlik” uğruna özgürlüklerin sistematik olarak bertaraf edilmek, “olağanüstü hal” ya da “istisna hali”nin olağanlaştırılmak/süreklileştirilmek istendiği dönemdeyiz. Mark Neocleous gibi güvenlik eleştiricilerince “burjuva toplumunun yüce kavramı”[11] olarak nitelenen “güvenlik”, siyasal baskıyı meşrulaştırma aracı. Bu siyasal baskının hedefindeki kesimler de “güvenlik” söylemi dillendirildikçe genişliyor. Her türlü muhalif ses “beka” için bir tehlike olarak gündeme geliyor, ardından “güvenlik” ya da “terörle mücadele” adı altında kapatma başta olmak üzere, çeşitli “itaat ettirici” yaptırımlar devreye giriyor.

Sosyal medya paylaşımları örgüt propagandası olarak görülen ve bu yüzden hapishanede olan Cenk Dost Verdi de bu yaptırıma maruz bırakılanlardan. “Olağanüstü hal”in olağan hale getirilmeye çalışıldığı, mesela resmî olarak kaldırılmasına rağmen etki ve uygulamalarının devam ettiği Türkiye’de de her an “güvenlik” kaygısının sonuçlarıyla karşılaşma ihtimali var. Eni sonu ifade özgürlüğü, protesto hakkı gibi temel haklar ve özgürlükler sadece hukuki metinlerde geçiyor.

Verdi -bizzat maruz kalan olarak- bu durumu son derece berrak bir biçimde ifade etmiş:

“Mesele, her yönüyle sıkışmış bu iktidarın, sorgusuz itaati sağlamak adına, sürekli birilerini kriminalize ederek, terörist ilan etmesi dışında başka bir seçeneğinin kalmamış olmasıdır. Bugün elinize patlıcan alıp Taksim’de yürüseniz ‘sebze meyve terörü’ üyeliğinden ya da propagandasından, hop yanımda oluverirsiniz. Olayın vahameti şudur; ‘kitleleri bir yalana inandırmak istiyorsan yalanın en büyüğünü, en akıl almazını seçeceksin.’ Bugün yüzlerce akademisyene, hukukçu, gazeteci, bilim insanı ve sanatçıya tepeden inme hukuksuz kararlar verenlerin nasıl bu kadar rahat olduklarına şaşırıyorum. Sanatın birleştirici gücüyle çoğalmamızı suç saydılar! Adalet! Ama herkese.”[12]

“Normalleşmeyenler”

İçinde yaşadığımız sistemin gerçekliği bu şekilde olmakla beraber, bu karanlık tablo sadece meselenin bir yanı. Kapitalist modernite gibi onun kurumları da -mesela hapishaneler- namütenahi değiller; bir başı olduğu gibi sonu da olabilir ve tam olarak ya da her açıdan işlevsel şekilde var olabildikleri de söylenemez. Bir başka deyişle, hapishane gibi tahakküm araçları şu anda egemen tarafından temenni edilen haliyle var olamıyor, toplumun tamamı üzerinde istenen etkiyi yapamıyor. Çünkü tam da kurgu olduğu için muktedirin dayattığı forma istenilen düzeyde/tam olarak girilmesi durumu gerçekleşemiyor. Foucault buna Cinselliğin Tarihi’nde “yaşamın sürekli olarak iktidarın elinden kaçması”[13] der ve bu bağlamda tek taraflı ve tek tip bir akış içinde seyreden iktidar ilişkilerinin olmadığının, aksine direnişin de her yerde ve çeşitli biçimleriyle var olduğunun altını çizer. Bir başka deyişle, muktedirin itaat ettirilmeye ya da “normalleştirilmeye” çalışılanların “failliği”ni tam olarak elinden almaya ehil olması söz konusu değil. Bu tartışmayı sürdüren ve geliştiren Judith Butler da “sürekli gaf yapan, sakar babaerkil yasa”nın[14] ya da iktidarın, hegemonik söylem, şeyleştirme, denetleme, dışlama üretirken aynı zamanda faillik/öznelik ortaya çıkardığını ifade eder. Çünkü iktidar “madun kılma ve üretme biçimindeki çifte değerliliği”[15] haizdir; hem özneyi hem de öznenin üzerindeki baskıyı kurar.

İşte bu boşluk alanlarında “normalleşmemek” suretiyle iktidarın elinden kaçan düşünceler ve pratikler, yani direnişler hayat bulur ve bunlar muktedirin baskısının hem ürünü hem de baş belasıdır. Çünkü burada Butler’ın Karl Marx’a atıfla belirttiği gibi bireyin yeniden üretilmesi[16] ve “siyasal sahneyi yeniden kuracak performatif hünerin sergilenmesi”[17] söz konusu olabilir.

Dünya Tiyatro Günü vesilesiyle bir görüş kabininde bir tiyatro oyunun sergilenmesini de böyle görebiliriz. Hapishane gibi tahakkümün en yoğun olduğu alanlardan birinde bu performansın icra edilmesi yaratıcı-yenilikçi direnişin dikkat çekici bir örneği olarak okunabilir. Sosyal medyadaki paylaşımlarından, yani ifade özgürlüğünü kullandığından dolayı kapatılan bir sanatçının muhatabı olan herkese bir mesaj verdiğini düşünüyorum: Tahakküm, baskı ne kadar yoğun, insan ne kadar sınırlanmış olursa olsun bir şekilde direnişini ortaya koyabilir ve sanatsal ya da düşünsel pratiğini paylaşabilir. Böylece muhalif olduğu için kendisini hapseden ve topluma parmak sallayarak, “bakın O’nun gibi olmayın, aksi halde sizi de hapse atarım” diyen muktedirin hedefini boşa çıkaracak pratiklerden biri sergilenmiş olur. Bu bağlamda Verdi ve tüm diğer direniş pratikleri sergileyen mahpusların ortaya koyduğu örneklerde, en sınırlayıcı olabildiği, kişilere en fazla şekilde nüfuz etmeyi tahayyül ettiği alanlarda/hapishanelerde bile iktidarın aslında bazen ne kadar umarsız olduğunu görebiliriz. Görüş kabininde kurulan sadece bir tiyatro sahnesi değil, aynı zamanda bir “siyasal sahne” olduğu içindir ki Verdi’nin pratiği özgün olduğu kadar da önemli.

Bitirirken

Günümüz Türkiye’sinde medyasından yargısına, siyasi iktidarın çok ciddi bir hegemonyası olduğu çok açık görülebiliyor. Bu durum artık bizzat iktidar sahiplerince ayan şekilde dile getiriliyor. Ancak nüfusun çok büyük bir kısmının ulaşabildiği/ulaştığı basın-yayın organlarında egemen söylem, sürekli ve hep bir ağızdan dillendirilmesine rağmen bu söylemi karşıdakilere benimsetme konusunda aynı başarı gösterilemiyor. Muktedir tarafından istenmeyen siyasal sahneler/performanslar bir şekilde ortaya çıkıyor; siyasi iktidarın tamamına sahip olan erk, insanların tamamını bu hegemonik söylemine ikna edemiyor.

Nitekim bugün tiyatrolar da bu hegemonya ve baskıdan nasibini almış durumda. Ama bunun tersinden bir sonucu oldu; alternatif tiyatrolar ortamı gelişti. Küçücük sahnelerde, sınırlı olanaklarla ve bazen birkaç kişiyle bile oyunlar sahneleniyor. Bir nevi tiyatro da iktidarın elinden sürekli olarak kaçıyor. 

İşte performanslardan biri de çok daha sınırlı bir ortamda Kandıra (Kocaeli) 2 Nolu F Tipi Hapishanesi’nin görüş odasında oynandı. Hem de F tipi bir hapishanede tüm sınırlılıklara rağmen, “Adalet! Ama herkese,” diyen bir oyuncunun Luigi Prandello’nun yazdığı “Ağzı Çiçekli Adam” oyununu sahnelemesi anlamlı. Çünkü hem bir yaratıcı direniş pratiği söz konusu hem de insan hakları savunucularından, siyasetçilere, gazetecilere kadar birçok muhalif insanın hapishanelerle tesadüf ettiği bir zamanda dikkati bir görüş kabinine çekmek önemli. Bu yazı da umarım o görüş kabinlerine ve oralardaki direnişlere dikkat çekilmesi için küçük de olsa bir katkı yapar.

Dünya Tiyatro Günü bir kez daha kutlu olsun.

 


[1] Roland Topor, Joko’nun Doğum Günü, çev. Mine G. Saulnier, Mitos Boyut, İstanbul, 1996.

[2] Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu,  çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge, Ankara, 2019, s. 127.

[3] Ayrıntılı betimleme için bkz. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, s. 295.

[4] Meltem Al, “Mekan Her Şeyden Önce Yok Etmeye Yarar”, Praksis, S. 42, s. 590.

[5] Foucault, Hapishanenin Doğuşu, s. 296.

[6] Zygmunt Bauman, Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul, 2014, s. 60.

[7] Işık Ergüden, Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan, Sel, İstanbul, 2017, s. 70, 71.

[8] Löic Wacquant, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity, Duke University, London, 2009, s. 43.

[9] Bkz. Michel Foucault, “Büyük Kapatılma”, çev. Işık Ergüden, Michel Foucault, Büyük Kapatılma: Seçme Yazılar 3, çev. Ferda Keskin ve Işık Ergüden, Ayrıntı, İstanbul, 2015, s. 103-115.

[10] Bkz. Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi, İstanbul, 2018.

[11] Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, çev. Tonguç Ok, Notabene, Ankara, 2014, s. 19.

[12] Mehmet Kızmaz, Cenk Dost Verdi’yle Röportaj, “224 Gündür Tutuklu Olan Oyuncu: Adalet! Ama Herkese”, Cumhuriyet, 29 Mart 2019.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kultursanat/1318532/224_gundur_tutuklu_olan_oyuncu__Adalet__Ama_herkese.html (Erişim tarihi: 30 Mart 2019).

[13] Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı, İstanbul, 2017, s. 101.

[14] Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, Metis, İstanbul, 2012 s. 82.

[15] Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, çev. Fatma Tütüncü, Ayrıntı, İstanbul, 2015, s. 11.

[16] Judith Butler, “Queer- Yoldaşlığı ve Savaş Karşıtı Siyaset”, çev. Elçin Yılmaz, Homofobi Kimin Meselesi- Anti- Homofobi Kitabı/ 2- Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma,  Kaos GL, Ankara, 2010, s. 22.

[17] Alev Özkazanç ve Özkan Ağtaş, “Judith Butler'ın Nefret Söylemi Eleştirisi: Egemenlik ve Hukukun Ötesinde Alternatif Bir Faillik”, Fe Dergi, 10, S. 2, s. 2.