Devran: Başkalarının Dertlerine Bakabilme Sorumluluğu

Yapmış olmaktan gurur duyacağınız çok fazla şey olmayabilir hayatınızda.

Bunu biliyor olmak sizi huzursuz etse de,

düşündükçe kahrolmazsınız en azından.

Tersinden düşünün,

yapmış olmaktan utanç duyacağınız şeyler varsa ne olacak peki?[1]

Kovalev hukuk fakültesini bitirdikten sonra karısı Veroçka’yı yanına alıp beğendikleri çiftlik evini almak için köye doğru yola çıkar. Kendi halinde ve bir masalın parçası gibi hissettiren o yaz günü, balayına çıktıkları ânı mutlulukla taçlandırır. Yamaçtaki eve ulaştıklarında heyecanlıdırlar. Kovalev soluk soluğa girdikleri korulukta karşılaştıkları köylüye evin sahibi Mihaylov’u sorar. Mihaylov genç çiftle tanışır ve evi gezdirir. Kovalev bilgiç ve kibirli bakışlarıyla evi incelemeye başlar. Eski halinden çok hoşlanmaz açıkçası. Ona göre eski tüm yaşanmışlıklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu esnada borçları nedeniyle çiftliği satışa çıkaran Mihaylov’un karısının hıçkırıkları duyulur. Veroçka, istemedikleri halde çiftliği neden satmak istediklerini sorar, borçlarından sebep zor durumda olduklarını öğrenir. Kente dönerken, Veroçka ailenin ihtiyacı olan parayı vermeyi teklif eder kocasına. Kovalev aileye acıdığını söyler, bu teklifi kabul etmez ve çiftliği satın alır. Mihaylovların boşalttığı çiftliğe geldiklerinde Veroçka eve girdiğinde bir karar verir. Aileden, ailenin çektiği acıdan, zorluktan, borçlarının eve sinen ağırlığından, duvarlara tebeşirle yazılan yazıdan, başı kopmuş bir oyuncak bebekten, çocukların saçılmış ders notlarından, yerdeki ekmek kırıntılarından kurtulmanın tek yolu vardır. Boyamak, değiştirmek, kırmak. Yok saymak. O evde yaşananları hiç yaşanmamış kabul etmek.

Çehov’un “Başkalarının Derdi”[2] adlı öyküsü bize başkalarının derdini görmemek, gördüysek unutmak, unuttuysak tekrar hatırlamamak, susmak niyetiyle yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı anlatır. Deneyimlemediğimiz yokluk ve acı karşısında vicdani hesaplaşmamızın neticesini kişisel hakkaniyetimizde arar. Öykünün sonunda Mihaylovların akıbetini öğrenemediğimiz gibi Kovalevlerin başkalarının derdi üstüne kurdukları hayatın nasıl olduğunu da sezemeyiz. Öykünün hüzünlü tarafı tam buradadır. Hakikatin izleri iki farklı ailenin insanlarında neden aynı kabuğun altında kalmaz?

Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yazdığı yeni öykü kitabı Devran, üst satırda bahsettiğim kısa öykünün sonunda soracağımız sorunun/soruların yanıtını daha geniş bir paranteze alan ve o parantezi, anlatırken sezdirmeden soracağı başka sorularla yeniden açan on dört öyküden oluşuyor. Devran, başkalarının derdine şimdiki zamanın sararıp solmuş ruhu ve olana bitene kayıtsız kalan belleği aracılığıyla bakabilmenin sorumluluğunu üstleniyor. Diğerlerine göre başkalarına ait, sahip olanın şahsi alanını çevreleyen dertlerin insani tarafını sözün kavranabilir üstünlüğüne olan inançla detaylandıran her öykü, hiç bitmeyecek hissi veren kış mevsiminin fonunda uzun bir tarihsel-toplumsal yolu katediyor. Aslında hepimizin taşını, toprağını bildiği; lakin virajını, yokuşunu, kayganlığını kestiremediği bu yol, kitap boyunca öykülerin birbirinden farklı anlatıcılarının hayatlarıyla kesişiyor; ilişkilerinde, evlerinde, sokaklarında, işyerlerinde yönünü belirliyor.  Haliyle bizim hayatımıza, yaşadıklarımıza, tanıklıklarımıza, tanıdıklarımıza temas ediyor. En fazla da kendimize. Nihayetinde kimi zaman korkaklığımıza, kimi zaman riyakârlığımıza, kimi zaman keskin sessizliğimize ulaşıyor.  

Kış, soğuk ve yağan/biriken kar öykülerdeki zamanı işaretlerken, toplumsal değişimin ve dönüşümün mevsimini betimliyor. Keder, pişmanlık ve utanç aynı birbirimize anlatmaktan imtina ettiğimiz, sakladığımız, sakladıkça ağırlığınca üzerimizde biriken sırlar gibi küremedikçe ortaya çıkmıyor, paylaşılmıyor, duyulmuyor. Öykülerin anlatıcıları yuvarlandıkça büyüyen kar öbeklerinin altındaki sırları ortaya çıkardıkça hakiki hikâyelerle yüzleşiyoruz.  Savcı Salim Bey’in Devran’ın sorgusuna tanıklık ederek, sahte otopsi belgesinin altına attığı imzanın yıllar boyu kalbinin orta yerinde irinleştirdiği pişmanlığını anlayabiliyoruz ya da birkaç odunu esirgediği için küçük çocuğu donarak ölen Esma’nın yoksulluğuna yüz çeviren dayısının ardiyesini yakan Orhan’ın vicdanını görebiliyoruz. İşsizliği sona eren, fabrikada servis şoförü olarak çalışmaya başlayan bir fizik öğretmeninin âşık olduğu kadın, Sevtap gözaltına alınırken korkuyla sessiz kalışından duyduğu utancı hissedebiliyoruz. Dünyaya gelen oğlu yoksulluklarının bedelini ödemesin diye yaz boyu çalışacakları Çukurova’ya giderken trafik kazasında ölen Ferit’in çaresizliğini duyumsuyoruz. Her öykü kader diye kabul edilenle, başkasının reva gördüklerine itiraz ediyor öte yandan. Hayat, akışkanlığında hep devam ediyor. Selahattin Demirtaş öyküleriyle devam eden hayatın görmezden geldiklerine dolaysız, cesaretle ve yoğunlukla düşündüren bir ironiyle yaklaşıyor.  

Böylesi ortak dertlerin, eşitsizliğin neden olduğu çaresizliklerin, vicdanen rahatsızlık veren tanıklıkların, telafisini zamanda bulamayan uzayın boşluğuna savrulup yok olmayan acıların, kayıpların, ezilenlerin, yarı Tanrı olmakla ezilen olmak dışında bir de insan kalabilmenin onuruna inananların, hayat karşısında örselenmiş duyguların, her imkânsızın bir mümkünü varsa diyenlerin varlığını insana muteber bir biçim ve içerik dolayımıyla anlatabilmenin kolektif değeri Selahattin Demirtaş’ın hem siyasi kimliğinden hem ifade gücünden besleniyor. İzahını sadece sonuçta değil, o sonuca götüren nedenlerin kimi zaman trajik kimi zaman vicdani yanında bulan hakikatin derin muhteviyatını bireyselleştirilmiş sözdizimi yerine yine kolektif bir dil ve akılla biçimlendiriyor Demirtaş. Diğerlerinin baktığı yerden öteki/başkası sanılanı kendi minör dilinin içinden çıkarıp majör bir dille anlatıyor:[3] Minör edebiyatın temel özelliklerini kapsayan, öykülerin altmetinlerinde Selahattin Demirtaş’ın edebiyatla olan ilişkisine de odaklanmamızı sağlayan bu gerçeklik, öykülerinin sadeliği ve tematik bağlamıyla örtüşüyor. Salt bireysel sorunlara, çevreye, ilişki biçimlerine odaklanan, toplumsal alanı ve sorunları çerçeve kılan edebiyat biçimlerine göre minör edebiyat bireysel olanı, çevreyi, ilişki biçimlerini ve hatta her şeyi siyasal olanla karşılaştırıyor. Mekânı ve zamanı, bireysel meseleleri doğrudan siyasal olanın/alanın öncülleriyle bir araya getiriyor. Her şey kolektif değerin yarattığı koşullar, nedenler, gereklilikler ve sonuçlar içinde yine kolektif olanın gücüyle gerek söze gerek anlama ulaşıyor. Dünyaya, hayata ve insana tıpkı bir mikroskobun altındaki büyütülmüş halinden bakmak, görüneni yaşanana ortak kılıyor ve belirsizliği ortadan kaldırıyor. Minör edebiyatın konumlandığı dil/anlatım/içerik pratiğini yadsımadan Selahattin Demirtaş’ın her iki kitabını da cezaevinde yazdığını düşündüğümüzde okurla beraber başka bir potansiyeli yarattığını, benzer bilinç ve duyarlılık araçlarıyla dayanışmayı edebiyat aracılığıyla ürettiğini, sağlamlaştırdığını ve yaşamakla yazmanın içkinliğini vurguladığını söylemek sanırım yanlış olmayacak. Kuşkusuz Devran, ortak bir söze ve anlama ulaşmaya ilişkin çabasını okura bu saikle emanet ediyor ve soruyor:

Nereye gidiyordu peki bunca acı, bunca yaşanmışlık neyi değiştiriyordu? Biz insansak bunlar kimdi? Bunlar insansa biz kimdik? Hepimiz insansak… 



[1] Demirtaş, Selahattin. (2019), Devran, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 49.

[2] Çehov, Anton Pavloviç. (2006), Köpeğiyle Dolaşan Kadın: Otuz Yedi Seçme Öykü, çev. Ergin Altay, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 41-47.

[3] Deleuze, Gilles ve Guattari, Félix. (2000), Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, çev. Özgür Uçkan ve Işık Ergüden, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 25-30.