Barış; ya da Kandan Kına Yakılmaz

“Barış”ın Türkiye’de sevilen ve itibar edilen bir sözcük olduğunu söylemek herhalde kolay değil; içselleştirilen bir değer olduğunu söylemek daha da zor; yaşanan bir durum, bir gerçeklik olduğunu söylemek ise büsbütün imkansız. “Barış”ın anlamı konusunda da ciddi bir müphemlik var. Nedir gerçekten barış? Karmaşık ve kuru tanımlardan önce, bir ozanın, Yannis Ritsos’un dilinden yalın bir tasvir aktaralım:

Çocuğun gördüğü düştür barış.

Ananın gördüğü düştür barış.

Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Evet bir arayıştır “barış”. Ve Türkiye, bu düş ve sevda arayışından ne kadar da uzak! Şiirdeki anlamında olduğu gibi akademik anlamında da “barış”tan çok uzaktayız. Peki akademi nasıl tanımlıyor barışı?

“Barış” kavramı, geleneksel barış araştırmaları ekolünde uzun yıllar uluslararası ya da devletlerarası ilişkiler çerçevesinde ele alındı ve “savaş”ın karşıtı olarak kullanıldı. 1960’ların ortalarından itibaren gelişmeye başlayan ve “eleştirel barış araştırmaları”(1) olarak adlandırılan yönelimde, bu dar kapsamlı “barış” kavramı yerine, iç çatışmaları da kapsayan yeni kavramlar ortaya atıldı. Barışın toplumsal (iç) boyutunu da tahlillere dahil eden bu kavramsallaştırmalardan biri “negatif barış-pozitif barış” ayrımıdır. Burada “barış”ın karşıt kavramı artık sadece “savaş” değil, bütün tezahürleriyle “şiddet”in kendisidir. “Negatif barış”la kastedilen, “savaşın veya örgütlü fiziksel şiddetin diğer biçimlerinin yokluğu”dur. Çatışmaları yaratan nedenlerin değil, sadece çatışmaların ortadan kalktığı bir durumu ifade eden “negatif barış”, doğası gereği kırılgan ve riskli bir yapıya sahiptir. Sadece fiziksel değil “yapısal şiddet”in de tasfiye edildiği ve en genel tabirle “adalet”in tesis edildiği bir durum olarak tanımlanan ”pozitif barış”a geçişi sağlayacak düzenlemeler yapılmadıkça, çatışmaların yeniden canlanması ihtimali ciddi bir tehdit ve yıkıcı bir tehlike olarak varlığını korur.

Bu kavramsallaştırmanın öncülüğünü yapan, barış araştırmaları alanının en önemli isimlerinden Norveçli bilimadamı Johan Galtung, şiddettin birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı/bağımlı üç türü olduğunu belirtir: Doğrudan şiddet, kültürel şiddet ve yapısal şiddet. “Doğrudan şiddet”, belli bir özne tarafından icra edilen fiziksel şiddet olarak; “kültürel şiddet”, doğrudan veya yapısal şiddeti meşrulaştırma işlevi gören kültürel özellikler olarak açıklanır. “Yapısal şiddet” ise, temel insani ihtiyaçların, potansiyel olarak mümkün olanın altında bir düzeyde karşılanmasına yol açan önlenebilir bir ihlal olarak tanımlanır. “Pozitif barış” kavramı da, “mevcut olan” (somut) ile “mümkün olan” (potansiyel) arasındaki mesafeye vurgu yapan geniş kapsamlı şiddet tahlili çerçevesinde daha belirgin bir anlama kavuşur. Buna göre “pozitif barış”, yaygın örgütlü şiddete yol açan sebepleri ortadan kaldırma ve “yapısal şiddet”e son verme hedefiyle var olur.

“Mevcut olan” ile “mümkün olan” arasındaki mesafe büyüdükçe yapısal şiddet artar, pozitif barıştan uzaklaşılır. Bu yaklaşımda pozitif barış, bir “durum”dan ziyade, bir “süreç; yani “somut” ile “potansiyel” arasındaki mesafeyi azaltan eylem ve tutumların diyalektik birliği olarak görülür. Galtung, “şiddet üçgeni” adını verdiği bu yapının herhangi bir köşesinde tezahür eden şiddettin, diğer köşelere sıçramakta gecikmeyeceğini ve diğer şiddet biçimlerini harekete geçireceğini belirtir. Örneğin “doğrudan şiddet”, daha önce oluşmuş “kültürel şiddet”tin etkisiyle ortaya çıkabileceği gibi, doğrudan şiddet aynı zamanda “kültürel şiddet”ti de besler. İşte “pozitif barış”, şiddetin bütün bu tezahürlerini ortadan kaldırmaya yönelik bitimsiz bir diyalektik süreç, nihai hedef olarak alındığında ise bir bakıma bir ütopyadır. “Pozitif barış”ı nihai bir hedef olmaktan ziyade, bir süreç olarak kavradığımızda, “negatif barış”ın bile bu ütopyanın unsurlarıyla desteklenmedikçe varlığını sürdüremeyeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu unsurları, kabaca şöyle sıralayabiliriz:

Toplumsal çatışmaları çözmeye yönelik kurum, norm ve usullerin yerleştirilmesi,

Demokratik katılım kanallarının güçlendirilip genişletilmesi

Toplumsal adaleti gerçekleştirmeye yönelik düzenlemelerin yapılması

Hukuk devletinin temel ilkelerine uyulması

“Barış değerleri”ni referans alan toplumsal mutabakat kültürüne uygun dilin kurulması.

Daha da uzatılması mümkün olan bu listede yer alan unsurların yaşama geçirilmesinde öncelikli rolün ve sorumluluğun devlete düştüğü genel olarak kabul edilir. Ancak bundan, “barış”ın münhasıran devletsel tasarruflarla gerçekleştirilebilkecek bir durum olduğu sonucunu çıkarmak kesin bir yanılgıdır.

Uzun süreli iç çatışmalar, toplumda aşırı bir kutuplaşmaya; yoğun duygusallıkla yüklü bir ortama ve yaygın şiddet eğilimine yol açarlar. Toplumun çeşitli kesimleri arasındaki iletişimin büyük ölçüde tahrip olduğu, hatta iletişim kanallarının tamamen tıkandığı bu gibi durumlarda, çatışmaların “dikey” olmaktan çıkıp “yatay”laşması ihtiamli de yükselir. Bu ihtimal, beklenmedik bir zamanda büyük patlamalarla fiiliyata dönüşebilir. Aşırı kutuplaşma, giderek “toplumun parçalanması”; iletişimsizlik ise “toplumsalın çöküşü” olarak yorumlayabileceğimiz bir tablo yaratır. Bu ortamda, sadece “barış” gibi sözcükler değil, bizatihi “söz”ün kendisi anlamını hızla yitirecektir. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum tam da budur işte. Öyleyse “barış”ı, çatışmaların son bulması talebini içeren bir slogan olmaktan çok, kapsamlı bir toplumsal tasavurrun anahtarı olarak kavramamız gerekir. Kuşkusuz bunun için, çatışmaları durduracak ve yeniden başlamasını engelleyecek somut hukuksal ve siyasal önlemlere ihtiyaç var. Bu önlemlerin ne olduğu, benzer sorunları yaşayan çeşitli toplumların deneyimlerinden hareketle belirlenebilir. Bu gibi durumlarda, çatışma ihtimalini asgariye indirmek, aynı zamanda hem geçmişe hem de geleceğe yönelik düzenlemeler içeren bütünlüklü bir program ve samimi politikalar oluşturmaya ve izlemeye bağlıdır. Böyle bir programın temel taşlarını ya da özünü şu şekilde belirlemek mümkün:

Geçmiş yok sayılamaz, acılar hiç yaşanmamış gibi davranılamaz. Çatışmalarda hayatlarını kaybeden insanların hepsi hakkında, başta taraflar arasında olmak üzere toplumun genelinde saygılı bir dil kullanmak, özellikle kayıp yakınlarının yasına saygılı davranmak, siyasal olduğu kadar insani bir gerekliliktir. Böyle bir dilin yerleşmesi, kayıplar ve acılar üzerinden gerginlik hesabı yapan siyasal manevraların başarı şansını büyük ölçüde azaltacağı için, çatışmalara dönüş yollarından birini de tıkamış olacaktır.

Çatışmaların yoğun yaşandığı yerlerde, çok sayıda insan “yerinden edilir”, “sürgün” veya “iç mülteci” haline gelir. Ayrıca çatışma bölgelerinde yaşamı sürdürmenin maddi temelleri de ciddi zarar görür. İşte çatışma döneminin yarattığı bu tür ağır yaraları saracak önlemler, çatışma ihtimalini azaltacağı gibi, geleceğin sağlam bir zemin üzerinde kurulabilmesine de önemli katkı yapacaktır. Çatışma mağdurlarının rehabilitasyonu sorununun, barışın toplumsal ve psiko-sosyal boyutu açısından gerçekten yaşamsal nitelikte olduğu, barış çalışmalarında ulaşılan güvenilir bilgilerin başında gelir.

Negatif barışın kaderini belirleyen en önemli sorun, silahlı örgüt mensuplarının durumudur. Bu konu, barış araştırmalarında “çatışma deneyimi içinde yetişen grupların ve bireylerin dönüşümü” başlığı altında ayrı bir vurguyla ele alınır. Sorunun nihai çözümü bakımından, sosyalleşme ve siyasallaşma deneyimini şiddet pratiğinde yaşamış grup ve kişilerin düzenli, yasal, olağan siyasal aktörlere dönüşmesini sağlayacak düzenlemelere özel bir işlev biçilir.

Tekrar vurgulayalım ki, Türkiye’nin sorunu sadece çatışmaları sona erdirmek ve çatışmasızlığı sürdürecek tedbirleri almak değildir. Türkiye, yeniden toplum olma ve toplumsalı inşa etme sorunuyla karşı karşıyadır. Sorun, basitçe “iki taraf” kurgusuna dayanan yaklaşımlara ve “taraflar”a havale edilemez; bu konuda toplumun bütün kesimlerine önemli görevler düşer. Toplumun bu görevleri ifa etmeye kendiliğinden yönelmesini bekleyemeyiz. Bu görevleri somutlaştırmak ve toplumu bu görevlerin ifası yönünde harekete geçirmek; “toplum”u ve “toplumsal”ı her türlü tefekkür, tasavvur ve tahayyülünün temel unsuru olarak alan “sol”un görevi ve borcudur. “Pozitif barış”, asli öznesi olan “sol”u bekliyor ve aynen Yannis Ritsos’un dediği gibi bekliyor:

Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,

iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.

Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya

kuracağız demesidir;

ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.

Barış budur işte.

1 “Eleştirel barış çalışmaları” hakkında değerli bir kaynak olarak bkz. Dieter Senghaas, Kritische Friedensforschung, Frankfurt am Main 1971

2 Bkz. Johan Galtung, Strukturelle Gewalt: Beiträge zur Friedens- und Konfliktforschung, Reinbek 1975; Johan Galtung, Frieden mit friedlichen Mitteln, Opladen 1998.

Birgün Kitap, 30.6.2006