Siyasi Bir Özne Olarak YSK Rejim Müteahhitliğine Soyunurken

 

Kurul, hukuk bir yana temel mantık ve izan sınırlarını zorlayan bir “ikinci tur” kararı aldı. Aynı zarfa atılmış dört pusuladan birini geçersiz sayan hüküm “beyin yakıyor”, garabetini muhakeme edebilmek için hukukçu olmaya gerek yok. Kurulun bizzat kendisi dahil, hiç kimsenin kararı savunmaya yeltendiği de yok zaten.[1] Bu gerekli de değil, kararın “siyasi bir zaruretten doğduğu” ve meseleyi siyasete havale etmenin makul olduğu konusunda toplumsal anlaşma hızla hasıl oldu, konu mizaha havale edildi.[2] Hukuki tartışma bir yerlerde sürecektir, ama genel ilgi alanının dışına çıktı bile, şimdi herkes meşrebince işine bakıyor: Siyasi hesaplaşmaya odaklanılıyor, kozlar 23 Haziran'da siyaset meydanında paylaşılacak.

Kararın demokrasi adına toplumun elinde kalmış son enstrümanı tarumar ettiği yorumları yaygın ve haklı -ancak yetersiz: 16 Nisan 2017 anayasa uyarlaması ile Türkiye tipi başkansı rejim[3] yerleştirilirken hukuk devletinin alametifarikası olan güçler ayrılığı yerle yeksan edilmiş, denge ve denetleme mekanizmaları ortadan kaldırılmıştı. 16 Nisan referandumunda bunu belli belirsiz bir çoğunlukla evetleyen seçmenin tercihi şu şekilde okunabilir: “Eğer seçtimse bir bildiğim vardır, seçtiğime güvenirim. İcraatı her gün kurcalamaya gerek yok, bıdı bıdı uğraşacak kafam, ve donanımım zaten yok, ama beğenmezsem de değiştiririm. Seçimli diktatörlük bana uyar; diktatörümü seçme hakkım baki kalmak kaydı ile.”

Türkiyeli seçmen çoğunluğunun seçilmişlerin icraatını takip ve denetim anlamına siyasete katılım konusunda çok titiz olduğu iddia edilemez, ancak seçme hakkı, ve buna bağlı seçim güvenliği gibi konularda hassas olduğu teslim edilmeli. Oy hakkını ciddiye alır, seçimlere katılım oranlarının yüksekliği işe yarar bir göstergedir.[4] Bunu açıklayacak faktör, fiilî yaptırımı olmayan, ve çoğu yurttaşın haberdar dahi olmadığı oy verme zorunluluğundan çok,[5] seçimlerin diğer nitelikli izleme ve katılım mekanizmalarını ikame etmesi olduğu savlanabilir. Gelişmiş demokrasilerde seçim katılım oranları Türkiye'ye kıyasla hayli düşük olabilir: Temsilî iktidar konumlarını kimin işgal ettiğinden bağımsız olarak, aktivizm ve sivil toplum pratikleri gündelik icraata yönelik denetimi ve katılımı mümkün kılan siyasal mekanizmalar olarak güçlü ve etkindir.

6 Mayıs 2019 YSK darbesi, demokrasi itibarıyla toplumun elinde kalmış son mevzi olan seçimlere vurmakla çok-partili düzene geçilen 1946'dan bu yana -tüm askerî darbeler dahil- tarihsel bir ilktir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri ve 27 Şubat “postmodern darbesi”, kendilerince telakki ettikleri anlık zaruretler nedeni ile fiilen seçilmiş iktidarları sonlandırmışlar, ancak hiçbiri son YSK kararında olduğu gibi genel oy ilkesini bizzat karşısına almamış, bizatihi oy vermenin meşruiyetini sorgulatmamıştı. Bunun, sağ politikanın oy çoğunlukçuluğuna dayanan klasik meşruiyet zeminin de altını oyduğunu bu noktada kaydedip geçelim.

31 Mart yerel seçimlerinin YSK eliyle iptali, Sened-i İttifak’tan bu yana 200 yıllık anayasal tarihte benzersiz bir kırılma noktası teşkil eder. 200 yıllık süreç içinde oluşmuş önemli bir siyasal teamül olarak “oy verme”ye toplumun atfettiği özel önemden ötürü, nitelik itibarıyla Hrant Dink cinayeti sonrasına benzer bir tepkiye yol açtı: Dibe vurmuş demokratik siyasal düzenin olası U-dönüş noktasını açığa çıkardı. Toplum, an itibarıyla vurduğu dipte “neşesini bozmadan” direncini örgütlüyor. Bunda İmamoğlu'nun “sinirleri alınmış” gibi duran kişisel özelliklerinin payı var. Bizzat bu durum, siyasi kültürün gelişmesi açısından başlı başına kayda değer bir olgu, ancak bu yazının kastını aşıyor.

Tek irade?

Kararın kendisi tartışıldı, tartışılacak. Bu yazının amacı, arkasındaki tarihsel rasyoneli anlamak. Çıkış noktamız üzerinde konsensüs olan iki basit varsayım: Karar siyasidir ve ardında sufle vardır. Öyle ise hangi siyaset, hangi sufle? Bunun yanıtının ilk ağızda görünenden biraz daha komplike olduğunu düşündürecek nedenler var.

Yaygın yorumların adresi tek adamlık müessesesi: Bunun sonucu olarak, 23 Haziran, Türkiye tipi başkansılık, ya da Bonapartizm’in kalıcı olarak yerleştirilmesinden önceki son çıkış imkânı olarak değerlendiriliyor. Bu çerçevede, haklı olarak “ikinci tur seçim”in “İstanbul'a bir belediye başkanı seçmek”ten çok, bir plebisit anlamı kazandığı vurgusu yapılıyor. Bu kuşkusuz bir plebisit, ancak neyin oylanıyor olduğuna, plebisitin orta ve uzun vadede hangi anlam ve imkânları barındırdığına yönelik ikinci bir bakış da anlamlı.

YSK kararının arkasındaki saikın “başkansı rejiminin yerleştirilmesi” olduğu vurgusu, zorunlu olarak şu senaryoyu varsayıyor: YSK'ya sufle tek iradeden gitmiştir, ve o irade 23 Haziran'ı her ne pahasına olursa olsun kaybetmeyecektir. Oysa mevcut siyasal eğilim “normal koşullarda” İmamoğlu'nun daha net bir sonuçla kazanma ihtimalinin yüksekliğine işaret ediyor. İkinci tur, çantada keklik değil. Bu mantıksal çelişki ancak “ikinci bir 2015” varsayımı ile çözülüyor. 7 Haziran/1 Kasım 2015 arası benzer felaket senaryolarının olası her versiyonu dolaşıma girdi bile.

Endişeli sekülerlerin standart ezberi, seçim hileleri. Sosyal medya, seçim öncesinde toplu seçmen listesi hileleri bekliyor. Polisin kimin ne olduğunu, ne oy verdiğini bildiği ve buna uygun olarak topluca listeden düşürmeler yaşanacağı, aynı zamanda yeni seçmenler icat edilip listeye kaydedileceği düşünülüyor. Buna paralel sandık başı ve sayım manipülasyonlarına dair envaiçeşit senaryo dillendiriliyor. Sosyal medyada “hakiki hikâyeler” dolaşımda; bunların bir yıldırma moral bozma taktiği olarak AK troller tarafından bilinçli dolaşıma sokulduğu, itibar edilmemesi gerektiği bilgisi de revaçta. CHP listelere, sandıklara ve sonrasına hakimiz mesajını bolca geçiyor. Bu alan gerçek bir realite bulanması.

Ulusalcı kanat, YSK kararı ile aynı güne denk getirilen, ve “âdeta bekliyor oldukları” yeni İmralı açılımı üzerinden “HDP seçmeninin ihanet edeceği” temasını ikiletmeden ve en yüksek perdeden dolaşıma soktu. Bu temanın alıcısı her zaman bol, ilgili kesim için bir tür iman tazeleme alıştırması işlevi görüyor. HDP’den gelen ısrarlı “31 Mart stratejisine bağlıyız, değiştirmek için bir neden yok” açıklamalarının bu çevrede hükmü yok mertebesinde, genel CHP’li seçmenden çok HDP-CHP arasında kalmış dar bir kesime cılız bir şekilde ulaşabiliyor ancak. Ama sonuçta durumu HDP seçmeninin fiilî tavrı belirleyeceğine göre çok ciddiye de alınmayabilir.[6]

Daha ciddi yorumcular, İmralı etkisi teorisine kulak asmıyor, ancak HDP ile CHP seçmeninin birbirlerine yabancılaşmasını sağlayacak, HDP’lilerin sandığa gitmekten net alıkoyacak bir tavşanın şapkadan çıkartılması ihtimalini gündemde tutuyorlar. 

Şu soru sorulmalı: Gerek CHP’nin gerekse HDP’nin şapkadan 2015'e benzer bir seçim sonucu verecek bir tavşanın  çıkmasını her an beklediği, buna fikren hazırlıklı ve idmanlı olduğu bir noktada, bu mantıkta bir “tezgâh”a girişilse bile, bunun Türkiye çapında değil, 16 milyonun üst üste yığıldığı bir metropolde seçim aritmetiğini değiştirecek bir blok seçmen kaymasına yol açması gerçekten muhtemel mi? Gerek CHP gerekse HDP’nin -malum ve burada konu dışı zaaflarına rağmen- 31 Mart sürecini iyi yönettikleri ve aynı aklın 23 Haziran’a giden süreçte de görev başında bulunacağını hesaba katalım: Şapkadan hangi sevimsiz tavşan çıkarsa çıksın kalan beş haftada şu anki pozisyonlarını ya da seçmen kontrolünü kaybedeceklerini düşünmek için neden yok.

İlk turda gitmeyenleri mobilize etmeye gelince, AKP’nin “oyumuzu çaldılar” kampanyasının kuşkusuzu alıcısı var, ama oy vermeye ağırlıkla gitmeyen ekonomi mağduru esnafa ve iş insanlarına öncelikle hitap edecek bir argüman olduğu su götürür.

Bu sorunun yanına bir gözlem ve izlenim demeti bırakalım: Gerek seçim ile mazbata, gerekse mazbata ile YSK kararı arasındaki süreçte RTE bu konuda belirgin bir ağırlık koymadı, niyet belli etmedi. Kamuoyuna parti içinde görüş ayrılığı olduğu yönünde kulis haberleri sızdı, yalanlanmadı. RTE görüş belirttiği durumlarda her türlü senaryoya açık, parti içi kanatlar arası dengeleri gözeten bir noktada durdu. Tek bir senaryoya angaje olmuş görüntüsü vermedi. Bizzat belediye başkan adayı olan Binali Yıldırım seçim gecesi kerhen verdiği anlaşılan “kazandık” mesajından sonra hatırı sayılır bir süre Muharrem İnceleşerek yer altına indi. Erdoğan gibi kendisinin ve partinin de yenilgiyi beklemediği ve bir B planının olmadığı aşikâr oldu. Kaybetmesi göze alınmış bir ikinci tur kararının, öncelikle aradaki kayyım döneminde olası bir 23 Haziran belge temizliği hazırlığı için gerekli olduğu kuşkuları dile geldi.

Karara en çok angaje duranlar, AKP içindeki İstanbul rantı çevresi dışında RTE ile arasını soğutmakta bulunan Bahçeli oldu. AKP içinden türeyen muhalifler eskiden davaya zarar vermemek için görece suskun ve pasif kalırken, ilk kez sert muhalefetin de ötesinde AKP’nin karşısında konumlanan adaydan yana seçim tercihi bildirmeye başladılar. YSK, her iki karar için de kendine epey zaman bırakmakla yetinmedi, bizzat kararın kendisini de dört asli üyenin çekilmesi ile, yedekler marifeti ile ancak alabildi. Kurul, kararını kamuoyu önüne çıkarak savunma ihtiyacı dahi hissetmedi. Yazılı gerekçe uzun süre açıklanmadı.

Olgular demeti zenginleştirilebilir. İşaret ettiği ise kabaca şöyle bir şey: Kararın arkasında tek aktörün iradesine bağlı önceden tasarlanmış bir stratejiden başka bir şey olmadığı iddiası sağlam değil. Farklı iradelerin kesiştiği ve perde arkasında müzakere, ya da basitçe pazarlık ettiği daha karmaşık bir süreç hayal etmek lazım. Birden fazla kervan düzüldü yola çıktı, yolları seçimiptalhan'da kesişti. Her bir kervanın varmayı umduğu birer nihai menzil var, ancak yola bir kez çıkıldıktan sonra yük, mürettebat ve güzergâh biraz da içgüdüsel, karine ile belirlenecek, koşullara uyarlanacak gibi duruyor. Kervanlar bu kez kelimenin hakkını tam vererek “yolda” düzülüyor. Toplum, Erdoğan'ın bu tür yol maceraları ile beslenmekten hoşlandığını öğrenmişti zaten.

İstanbul'un Erdoğan ve çevresi için ekonomik, siyasal ve sembolik önemi, ve bu anlamda vazgeçilmezliği motifi, bu tarihsel anda noktada kesişen iradelerden ya da yola düzülen kervanlardan yalnızca birini açıklar. Çıkan karar öncelikle bu iradeye işaret ediyor olsa da, aynı karar başka iradeler açısından da kabul edilemez değil, hatta belli senaryolar çerçevesinde bir fırsat olarak değerlendirilmesi muhtemel. Giderek, tekrar senaryosunun asli sahibinin Erdoğan olmadığı da savunulabilir.

2019 baharındaki “ikinci tur” kararının, 2015 modeli bir “ya herru ya merru”dan başka bir duruma işaret ettiğini düşünmek, ve bu çerçevede farklı iradelerin de, kendileri açısından kabul edilebilir, ancak farklı olası senaryo varsayımları ile gündeme ağırlık koyduğunu düşünmek mümkün.

Pratikte her türlü bel altı vuruşa hayli açık bir mobilizasyon yarışı yaşanacak. Asıl kavga, geçmiş seçimler ortalamasına göre hayli yüksek olan ilk turda sandığa gitmemiş bezgin ve kırgın seçmen üzerinde olacak. İlk turda sandığa gitmemiş seçmenini mobilize edebilecek, karşı tarafın bezgin ya da kırgın seçmenini ise pasif tutmayı becerebilecek taraf kazanacak. Kamuoyu araştırmaları İmamoğlu'ndan Yıldırım'a tercih değiştirecek seçmen tespit edemiyor, tersi ise vaki.

Kısaca, Erdoğan ikinci raunda bir sıfır geriden geliyor, ancak böyle zor ev ödevlerine bayıldığını, bu tür mücadelelerden beslendiğini biliyoruz. Yenilmiş pehlivana bir daha güreşsin diye ermeydanı tahsis edilirken, bizzat o alanı açanların bir bölümü tarafından farklı senaryo ihtimalleri hesaba katılmış, hatta arzulanmış olabilir mi? Bu senaryo, basitçe, “normal koşullarda görünen her ne ise o” olabilir mi? İmamoğlu'nun bu kez çok net ve hiçbir olası sandık ve sayım manipülasyonu tarafından engellenemeyecek şekilde kazanması?

Bağımsız bir siyasi özne olarak devlet

YSK darbesinin %100 Erdoğan kontrolü ve inisiyatifinde düz çizgide ilerlemiş bir sürecin sonucu olmaktan çok, kendisi açısından da heyecan verici ve arzu gıdıklayıcı olduğu kadar, belki de bir tür kerhen rıza karşılığı gerçekleştirilmiş riskli bir işlem olduğunu, sürecin arkasında en azından bir başka aklın daha olduğunu düşünmek için nedenlerimiz yok mu? Arka planda çoklu çatışmaların varlığı hissediliyor. Önce çatışma, ama ardından konsensüs. Gerek mazbata gerekse yenileme kararı için geçen görece uzun süre, konsensüs oluşumu için gerekli pazarlıklar ile açıklanabilir. Farklı düzeylerde çatışmalar ve uzlaşmalar. En bariz çatışma düzeyi kuşkusuz AKP içi çatışma, kamuoyuna da hayli yansıdı. “Rant partisi”nin ikinci tur için çok bastırdığı, karşısında daha rasyonalist düşünen ve İstanbul'dan kontrollü geri çekilmeyi savunan bir kanadın varlığı yazıldı çizildi. İkinci tur sonuçlarına dair riskin parti kanatları açısından farklı hesaplandığı ve risk alma şevkinin her kademede aynı olmadığı hissediliyor.

Kurul'a AKP içinde ağırlık kazanan risk yanlısı kanadın iradesi doğrultusunda bir sufle gittiği kamuoyunda yaygın kanaat, meclis kürsüsünde de en yüksek perdeden dillendirildi. Kurulun yaptığı işin tutulacak tarafı yok. Üçü asil, dördü yedek yedi tekil üyenin bireysel imzası ile alınan kararın prosedür itibarıyla da sorunlu, hatta anayasaya aykırı olduğu da iddia edildi. Kompleks bir hukuksuzluk zemininde alınmış karar için, darbe sıfatı, yakışır. Ancak hukukçu cübbesi taşıyan imzacılarının sırtına haylice bir tarihsel yük bindiren bu kararın ardındaki tek saikı bir sufleye indirgemek işi en azından fazlaca basitleştirmek, gereksiz bir komplo abartısı ve Erdoğan'a da sahip olduğu gücün ötesini vehmetmek anlamına gelir. Bunun ötesindeki anlamlarına ise aşağıda değinilecek.

Argümanın bundan sonrası, bir başka rasyonelin daha devreye girmiş olduğu, en azından bir kervanın daha yola düzülmüş olduğu, kendinin farkına varır ise bir üçüncüsünün de muhtemel olduğu varsayımı üzerine inşa olacak. Bir kısım YSK üyesinin kendilerine bu somut tarihî anda bir tür doğal tarihsel misyon vehmettiklerini, somut durumu özgün bir rasyonelle analiz ederek, hızlı ve içgüdüsel bir refleksle siyasal bir özne olarak davrandıklarını düşünebiliriz. Bu iradenin iktidar partisi içinde oluşan baskın irade ile anlık ve pragmatik bir kesişme oluşturduğunu ve bu tarihsel kesişme ânının gerekli kıldığı pazarlıkların olası senaryolara göre yapıldığını düşündürecek nedenler var.

İlk tespit şu: Kurulun inisiyatif alarak kendini siyasallaştırması tesadüfi ve havada bir tasarruf değil, bir geleneğe dayanıyor: Bir zamanlar, on yılda bir durumdan vazife çıkarma biçiminde tezahür eden bu tavır, 12 Eylül anayasası ile kurumsallaştırılmış ve MGK'ya zimmetlenmişti. MGK bin yıllık düzen kurma hamlesinden sonra etkisizleştirilince nöbet yüksek yargıya devrolunmuş, Anayasa Mahkemesi anahtar bir anda ikiletmeden görevi üstlenmişti. Abdullah Gül'ün arpa-boyu-yol-tweet'i sürekliliği doğru yakaladı. Kısacası bu rasyonel, bildiğimiz devlet refleksinden başka bir şey değil. Dileyen başına “derin” sıfatını da eklesin. Yola düzülen kervan, kadim bir kervan. Refleks, kolektif, içselleşmiş, içgüdüsel. Kendi makulünü bulmak için sufleye ihtiyacı yok. Kurul tasarrufu elbette bariz bir anayasal yetki aşımı, ama zaten tam da böyle anlarda bu aktörler fiilen anayasa haline gelmiyorlar mı? Tasarruf, bizzat Kılıçdaroğlu tarafından en üst perdeden eleştirildi, ve tam etkisiz kaldı: Tam da bu hal geçmişte MGK’nın ya da Anayasa Mahkemesi’nin çektiği kırmızı çizgilere benzer bir toplumsal algıya işaret etmiyor mu? Öyle ise yanıtlanması gereken soru şu: Devlet aklı bu tarihsel anda kendi rasyonelleri açısından mantıklı hangi fırsatı gördü? Gördü de, Erdoğan ve bir kısım çevresinin İstanbul’a ihtiraslarının dikte ettiği, kendileri açısından riski zorunlu kılan tavırla pratikte uzlaştı. Kervanını şimdilik aynı kervansaraya sürdü?

Ve birlikte düşünülmesi gereken ikinci soru: Bu pragmatik kesişme devlet rasyoneli açısından da nasıl bir senaryo varsayımına dayanıyor? Bu senaryonun gerçekleşmemesi, bir riske işaret ediyor mu?

Toplumun yürütme ile ilişkisinde kalıcı dönüşüm

Tam bu noktada ikinci bir sufle devreye giriyor. Kurula yapılmış “gollük bir orta”, belki daha doğru teşbih. Sahibi “sokak”. Sokağın atağı, Ekrem İmamoğlu'nun yükselen karizması ile orantılı, birbirini karşılıklı besleyerek hayli hızlı bir biçimde gelişti. Politik kariyeri, kuşkusuz 16 Nisan anayasal düzeninin dayattığı zihinsel yapıların da etkisi ile, ender siyasetçiye nasip olacak bir hızla inşa oldu.

Sokak, 31 Mart yolunda ve sonrasında, mümkün her fırsatta İmamoğlu'nda “başkan kumaşı” gördüğünü belli etti. Sokağın ötesinde, aydın çevrenin de kendisi ile henüz hukuken olası bir belediye başkanı sıfatı taşıdığı aşamada ilişkileniş biçimi[7] İmamoğlu’nun kişisel karizması üzerinden başkanlık rejimi ile kurulmuş pozitif bir ilişki olarak okunmalı.

Demokratik bir düzenden yana olanların bu pası doğru okuması, gelecek adımları sağlam atmak açısından faydalı: 16 Nisan mayası bir anlamda tuttu. Şu anlamda tuttu: Türkiye'de yürütme organının artık parlamento aracılığı ile değil, seçmenin doğrudan oyu ile seçilmesinin güçlü bir sosyo-politik meşruiyet tabanına sahip olduğu ortaya çıktı. Bu durum karizmatik bir belediye başkan (aday)ı üzerinden görünür hale geldi. Bunu söylemek, güçler ayrılığını ortadan kaldıran Türkiye tipi başkansı rejime muhalif olan ve referandumda hayır vermiş çevrelerin mevcut rejime angaje olduğu anlamına elbette gelmiyor; tutan şey hukuk devletini ortadan kaldıran anti-demokratik bir paket olarak 16 Nisan rejiminin bütünü değil. Ama seçmenin yürütme organını doğrudan seçmesi, onunla parlamento dolayımı olmaksızın ilişkilenmesi fikri hızla benimsendi ve sağlam bir meşruiyet tabanı buldu. An itibarıyla, eğer seçmenin kabaca yarısı yürütmeye ilişkin özlem ve beklentilerini Erdoğan'ın şahsında yansımış buluyor ise, öbür yarısı da İmamoğlu'nun şahsını kendi siyasal özlem ve beklentilerinin yansıma alanı olarak görmeye başladı. 16 Nisan anayasasının güçler ayrılığı ve hukuk devletine ilişkin tüm sorunları bir yana, bir tür fiilî “Sizin varsa, artık bizim de var!” durumu oluştu.

Sonuçta üç kervan, üç ayrı kapıdan girerek 23HaziranHan'da buluşmuş oldu. İlki malum, “Tek adam/sonrası tufan” kervanı. Bunun hakkında çok yazıldı çizildi, oraya girmeyeceğim. Yazının buradan sonrasında diğer ikisini okuma denemesi yer alıyor. Önce devlet aklının orta vadede yatırım yaptığı senaryo ve bunun bağlandığı stratejiye dair bir okuma. Adını da baştan koyalım: Devletin kervanı, “iki adam” ya da “ebediyen tahterevalli” kervanıdır. Son olarak devlete gollük ortayı yapan toplumun kendi demokratik çıkarı için geliştirebileceği olası stratejinin imkânları ya da koşullarına bakacağız. Tekrarlanan seçime ezici şekilde “varız” deyip boykot etmemekle toplum da kervanını 23HaziranHan'a sürmüş bulundu. İyi organize olup buradan bir çoğulcu katılımcı demokratik rejim kervanını yola çıkarma şansı var mı?

Bir beka stratejisi olarak tahterevalli rejimi

31 Mart ve sonrasında İmamoğlu'nu yükselten toplumsal dalgayı bir tehdit olarak algılayan Erdoğan ve bir kesim çevresinden farklı olarak, devlet aklının aynı olguyu olası bir tarihsel fırsat olarak okuduğunu teslim etmezsek YSK kararını anlayamayız. Devlet toplumun ortaladığı topa sezgisiyle hızlı girdi, buarda santrafor rolü YSK'ya düştü, bayrağı MGK ve Anayasa Mahkemesi'nden devralmış oldu.

YSK kararında etkin bir damar Erdoğan faktörü idiyse, diğer damarın da devletin öz beka kaygısı olduğunu görmek gerekiyor. Devleti önce parti, giderek karizmatik tek adam ile özdeşleştiren, iki yüz yıllık devlet kurumsallaşmasını tarumar eden, bir öteki safhada kendi yetişmiş parti kadrolarını da tasfiye eden bir anlayış, bir tek adam rejimi dahi değil, bir “benden sonra tufan” rejimidir. Bu noktada bürokrasinin ayakta kalabildiği ölçüde kendi bekasını, kendisini özdeşleştirdiği devletin sürekliliğini sağlayacak en basit ve garantili görünen formüle hamle etmesi mantıklıdır. Bu çerçevede devlet aklı, orta ve uzun vadelere ilişkin strateji ve taktik geliştirmeyi önceleyecektir. Erdoğan sonrası dönem, Erdoğan'a bırakılamayacak kadar ciddi meseledir.

YSK üyeliğini bir tür emir kulluğuna, verilen kararı itaatkârlığa indirgeyen -başta Kılıçdaroğlu'nunki olmak üzere- bakış, bu çerçeveden bakınca hayli sorunlu: YSK tek adam senaryosunu gerçekleştirecek bir araca indirgenmekle, sorunun da tek adamın kendisinden ibaret görülmesi pekişiyor. Bu söylem, tek adamdan “kurtulma”yı kendi başına yeterli bir siyasal hedefe dönüştürüyor. Bir sonraki adıma dair toplumun bugünden başlatması gereken tartışma, gözden kaçıyor. Üstelik, toplumun tam da bu tartışmayı fiilen başlattığı anda, kendisine kıskançlıkla sakladığı son aracı, seçim mekanizmasını kullanarak dönüşümü gündeme aldığı tarihi anda temelden bir rejim tartışması imkânı YSK ile kayıkçı kavgasına tutuşan Kılıçdaroğlu eliyle kapatılıyor.

Söz düzeyinde sert YSK polemiğinin gözden kaçırdığı, gerek CHP, gerekse YSK'nın tek adam sonrası için aslında aynı modele oynadıkları ve bu modelin toplumun uzun vadeli çıkarları açısından sorunlu olabileceği: Ebedi tahterevalli ya da iki parti rejimi. İktidarın biri daha dinî/muhafazakâr, diğeri daha seküler/muhafazakâr tonlu her ikisi de gayet milliyetçi iki partinin tekelinde durduğu bir rejim. Her ikisinin birden, kendi çeperlerindeki sosyal hareketleri, ve marjinal siyasetleri, yerellikleri... içerdiği ve absorbe ettiği bir rejim. Bunların iktidar mahfillerine yaklaştıkları oranda seçilmişlerle atanmışlar arasındaki ince dengelerin etki alanına girerek törpülenmesini kalıcı olarak garantileyen bir rejim. Etnik, kültürel ve dinî açılardan benzeşen bir çok parçalılığı bir arada tutan Amerikan sisteminin Türkiye’ye uyarlaması olarak da okunabilir. Bunda hem devletin hem de kadim devlet partisi CHP’nin ayrı ayrı yapısal çıkarları var.

Gizli bir gündem söz konusu değil, 12 Eylül darbe iktidarı iki partili rejim hedefini açıkça ifade ve ilan etmişti. Ancak yöntem, naifti: Hedefe parlamenter rejim içinde varmanın mümkün olabileceği varsayılmıştı: Parlamenter rejim içinde eleme aracı olarak tasarlanan %10 barajı, CHP ve AKP dışındaki tüm partilerin baraj altı, %40+ oyun ise temsil-dışı kaldığı 2002 seçimleri hariç tutulursa, istenen sonucu vermemiş, hemen her seçimde üç ila beş parti TBMM çatısı altında yer bulabilmişti. 1983’te fiyasko ile sonuçlanan MDP (Milliyetçi Demokrasi Partisi)/HP (Halkçı Parti) farsının altından çok sular aktı, yerleşik devletin siyasal alana etki için know how birikimi -her türlü bel alatı yöntem dahil- bugün çok daha zengin, bu alana incelikli müdahaleler için çok daha mücehhez. Bugün, koşullar bu tarihsel hedefe varmak için önemli bir merhalenin daha geçilmesini hem zorunlu hem mümkün kılıyor. Zorunlu, çünkü hâlâ rotası ve sonrası belirsiz bir Erdoğan, mümkün, çünkü artık İmamoğlu var.

Özal, 12 Eylül ruhunu bizzat icra edenlerden daha iyi kavramış politikacı olarak, başkanlığı ilk söze döken olmuştu. 16 Nisan 2017’de MHP marifeti ile Türk tipi başkansı rejime geçiş -riskli de olsa- bir ön adımı oluşturur. İktidarın oluşması artık %50 çoğunluk gerektiriyor, bu durum parti bloklaşmalarını teşvik etmenin ötesinde zorunlu kılıyordu. 16 Nisan 2017 rejim uyarlamasının %35-45 oy aralıklarında rahat çoğunluklar elde etmeye alışkın bir AKP'den çok ikili rejim içinde kanatları törpülemeye odaklanmış bir devletin projesi olduğunu görmek lazım. 16 Nisan’da şaibeli bir şekilde geçirilen başkansı rejimin 1983 Anayasası'nın içine üç-beş madde değişikliği ile rahatlıkla monte edilebilmişmiş olması ve bütün bir rejim değişikliğine rağmen, özünde aynı anayasa ile yola devam ediyor oluşumuz kendi içinde tutarlı ve açıklayıcıdır: 12 Eylül Anayasası’nın kastı ve ruhu 16 Nisan uyarlaması ile nihayet kendine bir de vücut bulmuştur. Bu geçişin Erdoğan'a denk gelmiş olması, yaygın kanının aksine başlıca çelişkisi, bu anlamda riskidir. Erdoğan gibi karizmatik bir figür ortada olmasa idi, arzulanan rejim geçişi asla mümkün olamazdı. Geçişin Erdoğan kadar nevi şahsına münhasır bir politikacı üzerinden mümkün olmuş olması, rejimin sürdürülebilirliğini riske atıyor:  Erdoğan'ın kutuplaştırıcı, kendine oy vermeyeni şeytanlaştırıcı politikaları “%50’yi toparlayan alır” kuralını al gülüm ver gülüm tahterevallisinden ölümcül bir ötekileştirme oyununa çeviriyor. Devlet aklı, yeni rejimin normalleştirilme ihtiyacına çalışıyor.

İki nolu kervanbaşı: YSK

%10 barajlı seçim sistem, seçmen ile ince ayarlı bir dans çerçevesinde evrilmiş, 7 Haziran 2015'te bir koalisyon olarak HDP'nin de barajı geçmesi ile ilk kez toplumsal karşılığı net, dört partili demokratik bir siyasal omurga oluşmuştu. 7 Haziran dört eğilime de kendi şemsiyeleri altında geniş bir sosyal ve siyasal yelpazeyi meclise taşıma imkânı sağlamıştı. Parlamenter siyasal tarihteki en çoğulcu, en yüksek oranda temsiliyet ve kapsayıcılık sağlayan meclisti denebilir. HDP ve MHP’nin eşit sayıda, 80’er sandalye alması da önemli bir sembol: İdeal koşullarda kurucu bir meclis olarak çalışmaya aday bir yapı ortaya çıkmıştı. Beklendiği gibi en kısa ömürlü ve en etkisiz meclis oldu, gelişmeler normal her ülkede olması gerekenin tam tersi yönde oldu: Bu meclisle birlikte barış süreci ve en önemlisi bir başkanlık ya da benzeri sistemde en önemli unsur olan karizmatik lider adayı Demirtaş CHP’nin başat katkısı ile iki yıl içinde tasfiye edildi. Bu tasfiyenin AKP, MHP, CHP ve devletin ortaklığında gerçekleştiğinin altı çizilmeli.

İmamoğlu'nun çıkış zamanlaması ve konumlanması ideal: Önce olamayacaklar görüldü, ya da işleri görüldü: Demirtaş derdest edildi, İnce kendi kendini diskalifiye etti: Erdoğan'la aynı kumaştan onun tersten karbon kopyası bir polemikçi olarak çapının birleştirici siyasete yeteceği şüpheli, yürütme erkine sahip çıkacak kaliteleri olup olmadığı muamma idi. Sadece seçmen nezdinde değil, devlet katında da ikna edici olamadı.

İmamoğlu, başarılı bir icraatın içinden gelmesi, 23 Haziran’ı kazanması halinde başkanlık için ideal bir staj imkânı bulacak olması ve siyaseten birleştirici kaliteleri ile toplum ve devletin post-Erdoğan restorasyon süreci için ortaklaşabileceği bir aday. 2015'den temel bir fark, o dönem bağımsız varlığı, duruşu ve kendi gündemi olan HDP'nin, 2019 İstanbul'unda kendisinin şemsiyesi altına girmiş olması. Üstelik bunu koşulsuz ve sesini çıkarmadan talepte bulunmadan, pazarlık konusu etmeden yapıyor oluşu. CHP, bir dizi benzemezden oluşan bir “%50’yi bulan işi götürür koalisyonu”nun önderliğine soyunmuş durumda. İstanbul seçimleri, Erdoğan'ın da sahaya inmesi ile tam bir başkanlık yarışı provasına dönüştü.

Bu noktada İmamoğlu, bir İstanbul belediye başkan adayından ve muhtemel bir başkanlık stajyeri ve müstakbel başkanlık adayından başka bir şeye dönüşüyor: Kendisi artık 16 Nisan rejiminin revize edilerek oturtulmasını ve işlerliğini sağlayacak lider pozisyonuna aday. Bu nedenle üzerinde her zaman tepinilecek ve şaibe oluşturacak birkaç binlik bir fark yerine net, tartışmasız bir zaferle gelmesi, meşruiyetinin pekişmesi iyi olurdu. Demirtaş'ın karizması tarafından domine edilen olası bir demokratik kurucu meclis kâbusu daha dün savuşturulmuşken yerine ikame edilebilecek uygun fırsat çıktı: Toplumun pasladığı yeniden birleştirici bir tür kurucu başkan abi. Türkiye’yi “yeniden başlat” komutu için tuşa basabilecek karizmatik lider. Nesebi, kimliği, fiziği, statüsü, kariyeri... gibi özellikler ama hepsinden önemlisi bir politikacı olarak kişisel ulusalcı duruşunun ötesinde kurabildiği esnek ve kapsayıcı dil kendisini devlet açısından 12 Eylül misyonunu tamamına erdirmek açısından beklenen ideal aday haline getiriyor. Devletin donanımı sokağın yaptığı ortaya hayli spontane bir hamle ile ve YSK eli ile dalmayı mümkün kıldı. Hukukun anayasal bir kurumca katli ve bir yargı kurumunun siyasallaşması, bildiğimiz siyaset mühendisliğinden başka bir şey değil. Meşruiyeti sağlayan, iyi bildiğimiz bir motif: Rejimin bekası.

Bu noktada seçimden mazbataya, oradan iptale geçen sürede arka planda ne pazarlıklar döndüğü üzerine spekülasyonlar yapılabilir. Gerçeği muhtemelen ancak yıllar sonra hatıratlardan öğrenebileceğiz. Seçimlerin kaybı halinde İstanbul’dan kontrollü çıkış konuşuldu mu, vekâlet eden vali başkan döneminin tasarrufları neler olacak ve ötesi. İmamoğlu’nun yolsuzluk sözünü ağza almaktan kaçınması, kaynakların çarçur edildiği çizgisinde ısrarı, devri sabık yapmayacak sorumlu politikacı profili veriyor. Bu profil, 23 Haziran için AKP seçmenine açılmış bir krediden mi ibaret, yoksa fair play kapsamında daha büyük bir devir teslimin mi işaretçisi? Yaşayarak göreceğiz.

Ulusa zimmetlenmek

Erdoğan, devlet, ve toplum kısa vadeli bir hedefte, 23 Haziran’da seçimleri yenileme konusunda ama gönüllü ama kerhen uzlaştı. Bu yazı 23HaziranHan'a sürülen iki numaralı kervana, devlet kervanına dairdi. YSK’nın siyasi tasarrufunun 12 Eylül Anayasası’nın ruhunda tezahür eden siyaset alanını kalıcı olarak iki millici blok etrafında tasarlamayı hedefleyen uzun vadeli bir devlet stratejisinin içine oturduğu, bunun Erdoğan çevresinin kısa vadeli çıkarları ile taktik olarak çakıştığı, ancak 23 Haziran kararının tek aktörlü bir tasarruftan ibaret olmadığı tezi işlendi. 1 nolu kervana Erdoğan kanadının zaten çok tartışılmış ve iyi bilinen motivasyon ve stratejisine bu konuya değmedikçe pek girilmedi.

Asıl ilginç hikâye aynı hana doğru yol alan üçüncü kervana, toplumun kervanına dair. Toplum YSK kararı karşısında (a) çaresizlik, (b) karşı tarafı da kısmen ikna edecek net bir zafer tablosu ihtimalinin şehveti ve (c) bir kez daha tongaya basma kuşkuları gibi üç karışık ana duygunun girdabında 23 Haziran'a ezici çoğunlukla evet dedi; boykot etmeyip sandığa gidecek. Boykotu etkin bir siyasal araç olarak örgütleyebilecek siyasal öznelerin yokluğunda, olası tek siyasi seçenek bu idi.

Türkiye'nin kelimenin gerçek anlamı ile çoğul sosyal ve politik gerçekliğini iki siyasi bloğa kilitleyerek törpüleme mühendisliği, sonuç her ne çıkarsa çıksın 23 Haziran “ikinci turu” sayesinde meşruiyet kazanacak. YSK gündemi bu kadar basit. İmamoğlu ister net bir sonuçla kimi araştırmaların iddia ettiği gibi beş yüz bin ve üstü farklarla kazansın ister “oyumuzu çaldılar” post-gerçekliği ile gaza gelmiş küskün AKP’li oyları ile kaybetsin: İkinci kampanya çoktan ulusal nitelik kazandı, Erdoğan zatin bizzat sahada, olay tüm Türkiye'den naklen izleniyor: İmamoğlu, “muhalif siyasi bloğun karizmatik ve birleştirici lideri” olmanın ötesinde, karşı tarafla eşit ağırlık sahibi bir iktidar adayı kimliği ile tanınırlığını artıracak.

Seçilmesi ile seçilmemesi arasındaki temel fark, belediye başkanlığını bir tür toplumun gözü önünde duracağı bir tür başkanlık stajı olarak geçirmek ile bu imkâna sahip olmamak arasındaki fark. Kaybederse, kendisi için göz önünde kalacağı uygun bir başka bir icracı konum bulunacaktır. Sonuçtan bağımsız, varlığı ve ağırlığı ile iki bloklu bir yeni rejim denkleminde terazinin karşı kefesini dengeleyen bir rol modeli olarak duracak ve ağırlığı ile siyaset sahnesinde yerini alacak. Zihinlerde iki bloğu dengeleyecek.

Sorun şu ki iki blok, mevcut halleri ile çok farklı niteliklerde: İktidar bloğu sosyokültürel ve siyasal olarak hayli homojen. Bu anlamda daha sorunsuz. Ne kadar bölünse de toparlanmayı becerebileceğini Erdoğan ile öğrendi, bu örnek her zaman önünde duracak. Muhalefet bloğu ise alabildiğine heterojen, ve devlet stratejisinin püf noktası, tam da bundan ibaret. İki bloklu siyaset tasarımı, Kürt, kadın, LGBT, emek, hareketlerini, her türlü özgürlükçü nitelikteki sol, Müslüman, liberal duruş ve akımları seküler ulusalcı politikaya kilitlemek, sözcüğün en soy anlamı ile onlara zimmetlemek anlamına geliyor. Şer'i hukukun zimmi statüsünden hiç farklı değil. Bu kesimlerin hayat hakkının siyasi cizye karşılığı seküler güler yüzlü seküler milli bloka emanet edilmesi. Tüm bu hareketlere “Eğer bu ülkede asgari düzeyde var olmak istiyorsanız zimmetlendiğiniz yerde edebinizle durun, size söz düştüğü kadar konuşun, size tahsis edilecek alanların dışına taşmayın ve her şeyden önemlisi milli amentüye biati es geçmeyin”, ve “Kuralları doğru uygularsanız İmamoğlu gibi uygun adaylar çıkardıkça çoğunluğu elde edebilir, onların öngöreceği ölçüde iktidardan pay sahibi bile olabilirsiniz” denmiş oluyor.

Başkansı rejimin ebedi tek adam versiyonu, benzer bir şeyi sağlamaya artık muktedir değil, istese de beceremez. Barış sürecinden, Gezi'ye, oradan 2015 Haziran seçimlerine, son krediler harcandı ve bitirildi. Bu noktada çıkışı, aklınca devlet veriyor, YSK eliyle gösteriyor. Erdoğan'dan -ikili bir düzene geçmek üzere- kurtulmak bir kâbus senaryosu mu? Üçüncü yol alternatifi yok değil. Amerikan Yeşiller Partisi ile örnekleyelim: Yıllardır milyonlar mertebesinde seyreden oylarına rağmen iki bloklu düzen içinde sıfırlanarak görünmezleşen bu parti, düzenli olarak Demokratların oy bölücüsü ve sağın seçim kazandırma aracı olarak suçlanır durur. Şeytanla yemeğe oturanın kaşığı uzun olmalı. Kaşığı nasıl uzatmalı sorusuna hazır reçete yok, ama düşünmeye değer, Erdoğan-İmamoğlu düzeninde başka şans zaten olmayacak. Devamı, buradan.



[1] YSK sitesinde oybirliği ile yapılabilen yegâne açıklama, kendilerini isim vererek teşhir eden Kılıçdaroğlu hakkında bir suç duyurusu niteliği taşıyor. http://www.ysk.gov.tr/tr/haber/basin-aciklamasi/78003

[2] “Adama yüz TL uzattım, adam parayı evirdi çevirdi, bunun 25tl si sahte dedi”. Sosyal medyadan.

[3] “Başkansı rejim” kavramını  “sözde-” ya da “pseudo-başkanlık” rejimi karşılığı öneriyor ve kullanıyorum. “Başkanlık rejimi” kavramı, sadece yürütmenin başı oylan başkanın halk tarafından doğrudan seçildiği, güçler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devletleri için kullanılmalı. 16 Nisan anayasası ile gelen rejim için bu kavramın kullanılması içini boşaltacak ve kafa karışıklığına yol açacaktır. Ayrımı vurgulamak gerekli. “Sözde-”nin başına gelen siyasal erozyon bu biçimi kullanmakta tereddüt etmemi gerektirdi.

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_se%C3%A7imlere_kat%C4%B1l%C4%B1m. 12 Eylül Darbesi sonrası gerçekleşen on genel seçimin katılım ortalaması %86,60 ile bir dünya kıyaslamasında en üst sıralarda yer alır. 1983 ve 2002 (ve bir ölçüde 1991) seçimleri beklenmedik, deprem nitelikli sonuçlar vermiştir. 

[5] Çok-partili hayata geçişten oy zorunluluğunun getirildiği 12 Eylül'e kadarki dönemde yapılan yedi genel seçimin katılım ortalaması %74,99 (bkz. üstteki kaynak) ile yine “hayli yüksek”: Bu bölümde de ortalamayı düşüren taze kentleşme sonucu sokağın ve sosyal hareketlerin parlamenterizme güçlü bir alternatif olduğu 60/70’li yıllar. Katılımın %64,34 ile tarihsel olarak dibe vurduğu 1969 seçimleri bile Batı ortalamasında tatmin edici, hatta yüksek sayılmalıdır.

[6] Ahmet Şık'ın “İmralı hamlesinin muhtemelen muhafazakâr Kürt seçmeni hedefliyor olabileceği” açıklaması, ulusalcı kesimin HDP seçmen tabanına yönelik itham kampanyasına karşısında savunmacı bir hamle olarak okunmaya müsait.

[7] Bu satırların yazarı, mazbata ile YSK kararı arası, hukuki konumun kesinleşmemiş olduğu dönemde, sol içi bir sosyal medya paylaşımında İmamoğlu'nun siyasal bir davanın mağduru ile ilgilenmesi talebini kaydetti. Başkanlık rejimlerinin doğal mekanizmalarından af müessesesinin İmamoğlu ile bu kadar erken, “ortada fol yok yumurta yok” bir aşamada bu doğallık ile ilişkilendirilmesi, mevcut rejim dahilinde yapılacak ilk başkanlık seçimlerde İmamoğlu'nu aday görme, seçilmiş görme ve öyle bir talebin doğal muhatabı görme tavrının, HDP tabanı sayılabilecek sol çevreler dahil, doğallaştığına işaret ediyor.