Onlar

Türkiye’de kadınların maruz kaldıkları büyük şiddetin uç noktasında cinayetler yer alıyor. Çoğu zaman namus, özel durumlarda töre cinayeti olarak tanımlanan bu cinayetlerin bir de kadın intiharları olarak kayda geçen, adı konmamışları var. Bu sorunlar sadece Türkiye toprakları üzerinde değil, başka ülkelere göçmen işçi olarak gitmiş insanlarımız arasında, oralarda da devam ediyor. Ayrıca kadınların maruz kaldıkları bu şiddet sadece Türkiye toplumuna özgü bir sorun değil.

Patriyarkal geleneklerin güçlü biçimde hakim olduğu Türkiye’de, karısını dövmenin hafifçe ayıplanarak maruz görülmesiyle başlayan, kız çocuklarını ailenin erkeklerinin mülkü olarak algılamakla devam eden bir zihniyet dünyası hakim. Muhafazakârlığın iyice koyulaştığı alan olan ailenin eşiğini aştığımızda, kadınların da önemli bir bölümünün kabul ettikleri, hatta onayladıkları, genellikle sinsi bir baskı ve şiddet dünyasına adım atıyoruz. Zaman zaman bu sinsi veya sıradanlaşmış şiddet bir eşik atlayıp, olağanüstü bir şiddete dönüşüp, zifaf günü bakire çıkmadığı için baba evine yollanan genç kızın erkek kardeşi tarafından öldürülmesine, ayrıldığı eşinin başka bir adamla yaşamasını namusuna sürülmüş bir leke olarak gören bir erkeğin kadını vurmasına, ailenin soğukkanlı biçimde oturup namus temizleyecek katilin kim olacağına karar vermesine kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor.

Son zamanlarda, namus cinayetlerinin bir alt türü olarak, töre cinayetleri tabiriyle tanıştık. Bu cinayetlere bazı sosyal gruplar arasında daha yoğun olarak rastlandığı bilgisinden hareketle, bunların Türkiye’de yaşayan Kürtlere özgü bir cinayet türü olduğu inancı bazı elitlerin zihninde biçimlenmeye başladı. Namus cinayetleri haritasının sadece Güneydoğu Anadolu bölgesinde yoğunlaşmadığını, bu tür cinayetlerin örneğin Karadeniz bölgesinde de yoğun biçimde yaşandığını ve “töre cinayeti” olarak tanımlanan cinayetlerin yoğunluğunun Marmara bölgesinde daha yüksek olduğu türünden bilgileri dikkate almadan, bu cinayetleri bir etnik kimlik özelliğiyle ve bir coğrafya ile bitiştirmek eğilimi Türkiye’nin “bu tarafında” yükselmeye başladı.

Türkiye’nin bu tarafı tabirini kullanıyoruz, çünkü Ertuğrul Özkök, “Asıl Kürt Sorunu Bu” başlıklı yazısında, “töre cinayetlerinin Türkiye’nin değil, Doğu’nun, özellikle Güneydoğu’nun sorunu” olduğunu ilan etti. Bu sorunun Türkiye’nin değil, oranın sorunu ve sadece oranın değil, aynı zamanda “onların” sorunu olduğu söyledikten sonra Özkök, cümlesine şöyle devam ediyor: “Türkiye’de bir Kürt sorunundan söz ediyorsak, bu da (töre cinayetleri) Kürtlerin gerçek anlamda bir Kürt sorunudur.”

Töre cinayetlerinin Türkiye toplumuna içkin şiddet çerçevesinde yaygın biçimde rastlanan namus cinayetlerinden bütünüyle ayrı ele alınıp alınamayacağı sorusunu bir kenara bırakalım. Özkök’ün yazısında Türkiye’nin gelecekteki birlik ve beraberliği açısından insanı dehşete düşüren nokta, bu sorunun Türkiye’nin, Türkiyelilerin, Türklerin, toplumun bütün üyelerinin, yurttaşların, nasıl adlandırırsanız adlandırın, toplumsal ve siyasal beraberliğimizin harcı olduğunu varsaydığımız o ortak kimliğin sorunu değil, “onların” sorunu olduğunu ifade etmesidir.

Özkök bunu ifade etmekle kalmıyor, Avrupalılara “onlar” ayrımı üzerinden çağrıda bulunuyor ve gün aşırı Diyarbakır’a gidip, “orada” Türkiye Cumhuriyeti Devleti hakkında her tür şikayeti dinleyen Avrupalı siyasetçi ve gazetecilere, eğer samimilerse, töre cinayeti ayıbını Avrupa’nın bir ayıbı olarak görüyorlarsa, “kardeşim siz de şu töre cinayeti ayıbınızı önlemek için biraz parmağınızı oynatın” demeye davet ediyor. Çünkü Özkök’e göre, “bu ayıp asıl onların ayıbıdır ve bugüne kadar bunu önlemeyi bırakın, tartışılmasına bile izin vermediler.”

Kentlerdeki kapkaç ve hırsızlık olaylarının artmasını, mafyalaşmayı ve oranı artan suçların sorumluluğunu da esas olarak “oralı”lara havale eden ve Türkiye’de giderek yaygınlaşmaya başlayan bir zihniyet dünyasının daha damıtılmış ifadeleri bunlar. Ama ne kadar damıtılmış olsalar da, bir suç unsurunu etnik (Kürtler) ve coğrafi (Doğu ve özellikle Güneydoğu) niteliklere bitiştirerek, ırkçı veya ayrımcı olarak değerlendirilebilecek bir yörüngeye giriyor.

Burada daha önemli olan nokta, Ertuğrul Özkök gibi bu konulara duyarlı olabilen bir kalemin, töre cinayetleri gibi bir sorunun Türkiye’yi bağlamadığını, “oranın” ve onların” sorunu olduğunu ilan edebilmesidir. “Orası” Türkiye değildir, “onlar” Türk değildir demekle eş anlamlı olan bu ifade, Türkiye toplumunda belli bir kesimin zihinlerinde yaşadıkları birlik ve beraberlik yarılmasını ele veriyor. Her şeyden daha fazla vahim ve tehlikeli olan işte bu.

Bu çağrı karşısında, Avrupalı dostları Özkök’e şu soruyu sorsalar, nasıl bir yanıt alacaklarını insan doğrusu merak ediyor: “Sorunun muhatabı ‘onlarsa’, biz kimi AB’ye alacağız? ‘Onların’ olmadığı bir Türkiye’yi mi?” Bu soruyu daha da detaylandırabiliriz. “Siz ve onlar çizginiz nereden geçiyor? Türkiye Cumhuriyeti Devleti ‘onların’ da devleti değil mi? Yoksa ‘onlarsız’ veya ‘orasız’ bir Türkiye’nin AB üyesi olabileceğini mi ima ediyorsunuz?”

Avrupalıları ve onlara verilebilecek yanıtları bir kenara bırakalım. Sonuçta onların ne diyeceği değil, bizim ne yapacağımız ve nasıl yapacağımız önemli. Bu zihniyetin Türkiye’deki Kürtler üzerinde yaratacağı etkinin, “tasada ve sevinçte” ortak bir toplumsal beraberlik tasarımını güçlendireceğini düşünmek mümkün değil. Zaten bu zihniyetin Kürtler arasında paralel ifadeleri de var. PKK’nın milliyetçiliğini kat be kat aşan radikal milliyetçi Kürt çevrelerinden benzer bir “onlar” söylemi gelişiyor. Örneğin PKK’dan bağımsız Kürt siyasal oluşumların yayınlarında, şu tür ifadelere artık sık rastlanıyor: “Kuzey ve Güney Kürdistan arasındaki sınıra yığınak yapan Türk ordu birlikleri.” Töre cinayetleri bir Türkiye sorunu değil, Kürt sorunudur demekle, Irak sınırını Kuzey ve Güney Kürdistan arasındaki sınır olarak algılamak arasında aslında çok büyük bir fark yok.

Özkök’ün yazısı ve bunun günlük yaşamda karşımıza çıkan sayısız ifadesi, bunların son günlerde Bağyurdunda, Pancar’da olduğu gibi zaman zaman ırkçı unsurlar taşıyan kitlesel bir öfke nöbetine dönüşen halleri, artık egemen görüş ve çevrelerinin Türkiye toplumunun geleceğini beraberlik içinde tasarlama güç ve belki de niyetlerinin olmadığını ele veriyor. Bu anlamda bir devrin sonuna gerçekten hızla yaklaşıyoruz. “Onlar”ın ne Türk ne de Türkiyeli olarak addedildikleri, bu topraklarda bulunmalarının “bizler” için ağır bir yük olduğu inancının güçlenebileceği bir dönemin kapıları birbiri ardına açılıyor ve ağır adımlarla bu yolda ilerliyoruz. Benzer bir gelişme doğal olarak “orada” ve “onlar” arasında da yaşanıyor. İki tarafın hâlâ bir ortak paydası var ama bu sadece giderek dışlayıcı vasıfları ağır basan milliyetçilikleri.

Egemen siyasal ve ideolojik güç ve çevreler, Türkiye toplumunun tüm kültürel fark zenginliği içinde beraber yaşama projesinin taşıyıcı güçleri olmaktan hızla uzaklaşıyor. Bu beraberlik projesini sürdürme iddiası taşıyan İslami hareketlerin de, hem Sünni çoğunluğun tahakkümünü temsil ettikleri için hem de toplumda bu kez bir o kadar derin başka bir yarılmanın, laikçi-İslamcı ayrılığının taşıyıcısı oldukları için, bunu başarmaları mümkün değil. Geriye, insanları etnik ve kültürel aidiyetleriyle sınıflandırıp, derecelendirmeyen, insanlara sadece insan oldukları için haklar ve yükümlülükler atfeden ve bunları eşitlik ilkesinin bayrağı altında biçimlenmiş bir yurttaşlık konumu içinde somutlaştıran sosyalistlerin toplumsal beraberlik, bir arada yaşama projesi kalıyor.

Türkiye’nin elitinin kendi geliştirdiği birlik yapma yöntemlerine güvenini yitirdiği, toplumsal beraberliği toplumun bütününü kucaklayarak tasarlamaktan aciz kaldığı, kullandığı dilin çekirdiğini “içimizdeki öteki” anlayışı oluşturduğu için, istemeden bile olsa, ayrımcı ifadelere giderek daha sık başvurduğu bir ara dönemdeyiz. Dinsel ve etnik kimliklerden oluşan çatışma, yarılma ve vuruşma kapanı, kurulmuş bizi bekliyor. Birikim dergisinin Haziran sayısındaki genel değerlendirme yazısının başlığının ifade etmeye çalıştığı gibi, “kim(lik) vurdu” ortamına doğru sürükleniyoruz . Buna kararlılıkla hayır dememiz gerekiyor.

Türkiye’de bugün bu gidişin kararlılıkla karşısına çıkacak olanlar sosyalistlerdir. Sosyalistlerin özgürlük, eşitlik ve dayanışma ilkeleri üzerine inşa edilmiş, tarihsel saplantılarından sıyrılmış, evrensel değerlerin yönlendirdiği ve bunların insan ve yurttaşlık hakları olarak somutlaştırıldığı toplum tasarımı, Türkiye’de biz ve onlar ayrımını aşan bir toplumsal beraberliğin tasarlanabileceği yegane çerçevedir. Türkiye’nin bu değerleri yeniden keşfetmeye acilen ihtiyacı var.

Radikal İki, 18.6.2006'da yayımlandı