Sünni Müslüman Kimliği ve İğreti Demokratlık

Mazlum-Der Başkanı Ayhan Bilgen’in, Neşe Düzel’le Kürt sorunu üzerine yaptığı söyleşi (Radikal, 26.6.2006) herhalde geniş bir çevrede tepkiyle karşılanmıştır. Örneğin, PKK’nın “ayrılıkçı milliyetçiliğini” besleyen etmenin Türkiye’deki ana gövdeden beslenen “dışlayıcı ve ayırımcı milliyetçilik” olduğunun altının çizildiği yerde, kimlerin kaşlarının çatıldığını kestirmek zor değil. Kürtlerin Türkiye’deki en dindar topluluklar olduğunu, bu nedenle Cumhuriyete, devrimlere, Batılılaşmaya en çok direnç gösteren çevrenin Kürtler olduğunu ifade ederken de öyle. Ama Bilgen’in dile getirdiği bazı gözlemlerin Müslüman kimliği üzerinden siyasal alana dahil olan, Müslüman kimliğini bayraklaştırarak kanaat önderliği yapmaya çalışan çevrelerde şaşkınlıkla karışık daha büyük bir rahatsızlık yarattığı anlaşılıyor.

Mazlum-Der gibi, din ve vicdan özgürlüklerinin ihlali konusunda hassas olan, başörtüsü mücadelesinin ve genel olarak “mazlumun hakları”nın savunucusu bir derneğin başkanı, “Kürt ya da Türk kimliğine vurguya ne gerek var? İslam kimliği hepimize yeter” anlayışının, bizi çok tehlikeli bir yere götürebileceğini bu söyleşide ifade etti. Bu anlayışın, İslam-Türk sentezine paralel olarak, özellikle Kuzey Irak merkezli geliştirilen İslam-Kürt sentezinden daha tehlikeli olduğunu idia etti. Bunun, “İslam’ın kimlikleri, farklılıkları, dilleri reddeden bir algılama” olarak yorumlanmasıyla, “dayatmacı, faşizan” bir din anlayışını gündeme getireceğini belirtti. Bununla yetinmedi. Türkiye’deki Müslümanların büyük çoğunluğunun, devlet ve İslamı entegre eden bu kimlikten hoşlandığını da hatırlattı.

Türkiye’de, devletin İslam’la barışıp, bütünleşerek, “diğer kimlikleri bastırmasını hoş karşılayan tehlikeli bir Müslüman kimliği” olduğunu dile getirdi.

Müslümanlığı haklılığın mutlak ifadesi olarak algılayan ve böyle bir algılamanın nasıl tahakkümcü bir dünya görüşüne kapı açtığını görmemeyi başaran, mazlumiyet edebiyatının meşrulaştırıcı işlevini kökünü kurutana kadar kullananların bu söyleşide dile getirilenleri, kendi kampına karşı yapılmış alçakça bir hıyanet olarak algılamaları beklenirdi. Bu tür yanıtlar çok gecikmeden geldi. En anlamlı olanlarından birini ele alalım.

27 Haziran tarihli Yeni Şafak gazetesinde, İbrahim Karagül aba altından sopa göstererek, önce Mazlum-Der’i övüp, ardından bu örgütün “insan hakları söylemi konusunda ciddi sıkıntılar çektiğini, referanslarını belirlemede ciddi rahatsızlıklar yaşadığını” iddia edip, sonunda, dernek başkanının söz konusu söyleşide “ideolojik, marjinal bir örgütün sözcüsü” gibi konuştuğunu ilan etti.

Karagül’e göre, Mazlum-Der başkanı “Kürtlerle Türkler arasında kalın bir çizgi çekmiş”, bunları iki düşman taraf olarak belirlemişti. “Türk milliyetçiliğine karşı çıkarken, Kürt milliyetçiliğinin izleriyle dolu cümlelerle” doluydu bu söyleşi. Kısacası Ayhan Bilgin, Kürt sorununu adalet, hak ve özgürlük açılarından ele alması gerekirken, başka bir etnik milliyetçiliğe hoşgörü ile bakan bir duruş sergilemişti.

Bilgin’in söz konusu söyleşisini baştan aşağı birkaç kez dikkatle okuyup, burada Kürt etnik milliyetçiliğine hoşgörüyle bakan bir bakışın ifadelerini boşuna aramayın. Bulamazsınız. Ama İbrahim Karagül, Mazlum-Der başkanının işlediği esas büyük kabahati tam olarak dile getirmeye yüreği el vermediği için, ortalama Türkiye yurttaşının her zamanki refleksiyle onu bölücülük suçlamasıyla devlete şikayet etme yolunu seçmiş. Takdir etmek gerekir ki, Karagül bunu dört dörtlük yerine getiriyor. “Derin devlete karşı olanların bilerek ya da bilmeyerek İngiliz emperyal politikalarının, Alman derin devletinin kollarına atılması” gibi, Mazlum-Der Başkanının da “başkalarının kollarına atıldığını” ima ediyor.

Karagül’ün asıl derdi, söyleşide Türkiye’de Müslümanların çoğunluğunun demokrasi anlayışlarındaki büyük eksiğin, zaafın açıkça dile getirilmesidir. Gerçekten de Bilgin söyleşisinde, Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğunda “Alevi’nin, gayrımüslimin varlığını kabullenmeyen, zorunlu din derslerinden memnun olan, cemevi konusunu sadece Alevilerin iç tartışması olarak gören, misyonerliği vatan bölme faaliyeti olarak algılayan dini refleks olduğunu” belirtiyor. Ayrıca, bu görüşün dinî kimliği öne çıkaran siyasi partilerde de, gazetelerde de temsil edildiğini ilave ediyor.

Karagül’ün yazısının yer aldığı Yeni Şafak gazetesinin sayısında, bir tam sayfa Albayraklar Şirketler Grubunun “TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Muhterem Ağabeyi Hasan Erdoğan’ın vefatını” bildiren taziye ilanı vardı. Mazlum-Der başkanının işaret ettiği siyasi parti ve gazete sentezini anlamlı biçimde sergiliyordu. Dinî kimliği siyasal, ticari ve fikri alanda öne çıkaranların en rahatsız oldukları konu, Türkiye’de egemen Müslüman tahayyülün tahakkümcü boyutlarının, bundan kaynaklanan pratiklerin eleştirilmesidir. Bu durumda, ya İbrahim Karagüller kendilerini ortaya atıp, bu eleştirileri iç ve dış bölücülerin menfur amaçlarının bir uzantısı olarak lanetlenilmesine, kimliğin lekelenmemesine özen gösterirler. Ya da yoksul mahallesinin zengin ağabeyi veya ablası rolünü oynamayı benimseyenler, emperyal tertiplerden, Batı ve batıcı küstahlığından dem vurup, esas sorunun orada yattığını iddia ederler.

Mazlum-Der Başkanı’nın Kürt sorunu bağlamında dile getirdiği gözlemi, bugün Türkiye’de Müslüman kimliğiyle siyasal ve toplumsal alanda öne çıkmak isteyenlerin demokrasi, çoğulculuk gibi konulardaki tavırlarını önemli bir kesimin inandırıcı bulmamasının esas nedeni olarak ele alabiliriz. Oruç tutmayan insanların her yıl dövüldüğü, zaman zaman öldürüldüğü bir toplumda yaşıyoruz. Bunları yapanlar çoğunlukla faşizan milliyetçi çevrelerden insanlar olsalar da, eylemlerini bir dinî saikle yapıyorlar. Müslüman çevrelerin, Müslüman basının bu konuda gösterdiği o ağır suskunluğu nasıl izah etmek gerekir? “Bizim işimiz değil, kurtçular yapıyor” deyip, işin içinden sıyrılmak mümkün mü? Aynı şey, töre cinayetleri için, karısını döven erkekler için geçerli değil mi? İslam’da töre cinayeti yok demek, bu konuda suskun kalmak için yeterli midir? İslam’da yok ama bugün dinle karışık töre adına bu oluyor. Bunu yapanlar ertesi gün camiye gidiyorlar. İslamda kadın ve erkek eşitiliği öngörülmüştür demek bugün yeterli bir demokrat tavır mıdır? Din adına da yapılan ağır erkek egemen uygulamaların eleştirisini yılmadan, hitap edilen çevreleri rahatsız etmekten korkmadan yapmak gerekmez mi? Bunlar olmadığı zaman, ilan edilen demokratlığın sindirilmemiş olduğu, demokrasinin sadece kendi haklarının savunuculuğu olarak algılandığı bariz biçimde sırıtıyor.

Bu o kadar öyle ki, Ayhan Bilgin cemevleri konusunda Sünnilerin Alevilerin cemevi talebini kıskandığını açıkça belirtiyor. Alevilerin cemevleri vasıtasıyla bir artı elde edecekleri endişesini taşıyan kesim, aslında bir hakkın kullanımının kimseyle paylaşmadığı bir kaynaktan pay verme endişesi taşıyor. Sünniler, cemevlerine de para verilecek, Diyanet İşleri Başkanlığındaki tekelci konumlarını kaybedecekler diye korkuyorlar.İşte size Türkiye’de Müslüman çoğunluğun demokrat bilinci. Aynı Sünni çevrelerin, Osmanlı İmparatorluğundan beri hiçbir zaman kendilerini gayrımüslimlerle, Alevilerle, “ötekilerle” eşit olarak görmemiş olmaları üzerine de düşünmeleri gerekiyor.

Bununla yüzleşmeden, bu zihniyetle, bu zihniyetten türeyen pratikleri teşhir etmeden, bunları karşınıza almadan Türkiye’de ucuz bir mağduriyet söylemi üzerinden demokrat gömleği giyemezsiniz. Demokratlar Türkiye’de türban yasağına, kadınlığı bir ilavi yasakla damgalayan türbanı tasvip ettikleri, bu pratiği gönülden destekleri için değil, bir zorlama sonucu olmadıkça bunun bir özgürlük hakkı olduğuna inandıkları için karşı çıkıyorlar. Evinde ayin yapma özgürlüğüne de keza.

Karagül’ün talihsiz yazısı ise, Türkiye’de Müslüman kimliğini öne çıkaranların demokrat olma konusunda neden inandırıcı olamadıklarını gayet iyi sergiliyor. Bunu yaparken, eleştiri oku kendine deyince bu zihniyetin oku atanı nasıl “gizli PKK’lı” diye gerekli mercilere ihbar edebildiğini de ibretle görmüş oluyoruz. Bu yazı talihsiz ama faydasız değil.

Radikal İki, 2.7.2006