Organik Olmayan Yaşam Düzleminde Edebiyat

"Dünya, hastalığın insanla karıştığı semptomlar bütünüdür. Bu durumda, edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar."

(Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik)

Bir süredir, “Edebiyat eserine nasıl bakmalı?” sorusu kafamı meşgul ediyordu. Ben de işe günümüz felsefecilerinin hakikat olgusunu nasıl ele aldığını araştırarak başladım. Gördüğüm kadarıyla, Frankfurt Okulu mensuplarından bu yana, günümüz felsefecileri, daha çok edebiyat ve sanat bağlamında bu sorunu tartışıyor. Ülkemizde bu konularda yazılmış bazı telif eserlerin dışında yeterince çalışma olmasa da benim de bu yönde araştırma yapmam ve yoğunlaşmam gerektiğini düşündüm.

Hatta bitirme tezim için seçtiğim filozoflardan Spinoza ve Deleuze’ü problem olarak gördüğüm bu sorun dolayımında okudum. Buradan da edebiyata, Deleuze’ün bakışı ile yeniden bakmaya çalıştım. Elbette Heidegger, Nietzsche ve Adorno’yu da bu bağlamda inceledim. Ancak bana söyledikleriyle daha çekici gelen isim Deleuze’dü. Bu yazımda da Deleuze’ün düşünceleriyle, olduğum yerden, kafamdaki sorunun cevabını aramaya koyuldum.

Deleuze’ün edebiyat üzerine olan yazıları temelde yaşamı nasıl bir sorun olarak gördüğüyle ilgilidir. O, edebiyat ve yaşam arasında ontolojik bir bağ kurar ve kurduğu bu bağı da oluş olarak gördüğü yaşama dayandırır. Deleuze, oluş olarak ele aldığı yaşam kavramını, felsefe tarihinden ve filozoflardan yola çıkarak anlatır. Spinoza’yı içkinlik kavramıyla, Nietzsche’yi ise fark kavramıyla öne çıkararak, Deleuze, organik olmayan bir güç olarak yaşam anlayışının felsefi bileşenlerini oluşturur. İçkinlik üzerinden Spinoza ve Deleuze arasındaki ilişkiyi Ulus Baker şöyle betimler:

“Spinozacı Deleuze, yeni olanın gelişine kapı açmanın etiğine vurguda bulunurken, Nietzscheci Deleuze’ün radikal tavrından beslenmektedir. Yani Deleuze, bir bakıma, Nietzsche-Spinoza hattı üzerinden, temsilci düşünmeye karşı savaşan bir filozoftur.”[1]

Deleuze, Spinoza’da karşılaştığımız kudretli olma halini pürtüklü uzam, kaygan uzam ve rizom kavramlarıyla betimleyerek yaratımın varoluşu aşan bağlamda bir “güç” ile ifade edilemeyeceğini, tersine yaratmanın varoluşa içkin olduğunu söyler. Nitekim düşünce kendi mahreminde mekândan duygulanır ve kimi zaman “kaygan” kimi zaman “pürtüklü” soyut mekânlara -ya da bu ikisinin değişebilir bir karışımına- bağlı olarak işler.[2] Zamanın ve devinimin durdurulduğu ve geçmiş ile şimdi arasına ayrımın çekildiği pürtüklü uzamlar, oluşun, yani organsızlaşmanın önüne devamlı sınırlar çeken yapılardır. Buna karşın, kaygan uzam ise, yaşamın saf oluşlara açıklığını ifade eden sonsuz imkânlar düzlemidir. Burada dışarısı düşüncesi yoktur; her şey bu düzlem üstüne kodlanır. Fakat bu uzamın en önemli yanı, kendisinin somut bir gösterge zinciri dahilinde anlamlandırılmaması, yalnızca oluş düzlemine tekabül etmesidir. Kaygan-uzam, temsil edilemeyen ve imge aracılığıyla özdeşlik kurulamayacak olan boşluktur. Aslında biz devamlı kaygan uzamın içerisindeyizdir; pürtüklü uzamlar kaygan-uzam üzerinde yalnızca koordinatlar ekseninde konumlanırlar. Uzamlar arası boşluklar hareket halinde olanların düzlemini yansıtır: Burada zaman, kendisi ile irtibat halinde olmaya müsait değildir.[3] İçkinlik, bölünmeler ve ayrımlara karşı bütünlüğün öne çıkarılması fikridir. Bu bütünlük aşkın değildir. Bu bütünlük asla aşkın bir Bir’e ve onun kapsayıcı ve kuşatıcı bağlamına işaret etmez. Tam tersine, içkinlik, yaşamın olumlanması yoluyla üretilen molar toplanmaların ve bu toplanışların düzenli bir imgesellik ile süreklileştirilmesine dayalı aşkın anlamsal birliğin ayrımsal göstergelere dönüşümüne karşılık olarak, anlamın devinim içerisinden türetilmesini savunur.[4]

İçkinlik düzlemi düşünülmüş ya da düşünülebilir bir kavram değil, düşüncenin imgesidir; düşünmenin, düşünceyi kullanmanın, düşünce içinde yol almanın ne anlama geldiğine ilişkin olarak düşüncenin kendine verdiği bir imgedir.[5] İçkinlik uzamı, yaşanılabilir bir ortam oluşturur. Deleuze, Spinoza okumasında yaşama içkin olan hareketi onaylar. Bu hareket her türlü sabit ve aşkın belirlenmeye karşı bir direnç noktası, bir kaçış çizgisi yaratma imkânını taşır. Deleuze için yaşam bütün yaşantıların ötesinde, kişisel ya da organik olmayan bir güçtür. Ayrıca edebiyatın da yaşamla doğrudan bir ilişkisi vardır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Yazdığım her şey dirimselcidir, en azından böyle olduğunu umuyorum,” demiştir.[6] Kuşkusuz ki, Deleuze’ün tüm çalışmaları, kaynağını yaşamın yaratıcı gücünden alır. Dolayısıyla edebiyat yaratıcılığın en radikal tarzda yaşama aktarıldığı bir etkinliktir.

Peki, bu “yaratıcılığın” “edebiyat” ve “yaşam” ile nasıl bir ilişkisi vardır? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle Deleuze’ün yaşam kavramını nasıl ele aldığına bakmamız gerek. Deleuze’e göre yaşam, organik ve organik olmayan iki düzlem içerir. Organik düzlemde yaşam belli bir form ve biçim almış maddeyken, organik olmayan düzlemde yaşam maddenin formsuz, biçimsiz ve yoğunlaşmış halidir. Burada önemli olan bizim için organik olmayan yaşam düzlemidir. Ancak bu düzlemde yazar kendi varoluş alanını kendisi yaratır.[7] Örneğin mevcut edebiyat eserini yenileyebilir, o eserinde kullandığı dili bozabilir, eserin içeriğini değiştirebilir. Organik olmayan yaşam düzlemi, aslında yazara bir kaçış yolu yaratır. Yazar bu yoldan gider. Gitmek, kaçıp kurtulmak, bir çizgi çekmektir. Lawrence’a göre, edebiyatın en üstün nesnesi: Gitmek, gitmek, kaçıp kurtulmak… Ufku geçmek, başka bir hayata girmek.[8] Yazar, bu kaçış yolunda kendini oluşa bıraktığı için, rahatlıkla oluşta açığa çıkan farkları hayal eder; düşünür ve yazmak eylemini gerçekleştirir.

Ona göre metne edebî değerini katan şey o metnin oluş halinde olup olmadığıdır. Başka bir deyişle metnin, okuyan kişiyi bir başka oluş haline götürebilme potansiyeli taşıyıp taşımadığıdır, yani bir metin bizi hayvan-oluş, kadın-oluş, bitki-oluş gibi süreçlerden geçirebilmelidir. Biz metni okurken, değişimi ve dönüşümü hissedebilmeliyiz. Metnin bize bir başka şeye dönüşebilme fikrini düşündürmesi gerekir. Bu yazarın yazmanın ötesinde düşündüğü bir şeydir. Dolayısıyla yazarın, yazmanın kendisinin ötesinde düşündüğü oluşlar, bizi her defasında, yaşama açılan kaçış çizgileriyle buluşturur. Bu nedenle Deleuze, bir edebiyat eserini incelerken, biçimden çok içeriğe odaklanır ve o edebiyat eserinin özgürleştirici bir işlevinin olup olmadığını kontrol eder. Bu da onun edebî bir metin ile nasıl ilişkiye girdiğini gösterir. Özgürleştirici bir eser bizi sürekli dünyanın sınırlarından evrenin sonsuzluğuna çeker.

Deleuze, edebiyat eserlerini anlam bağlamında değil, daha çok o eserin özgürleştirici bir işlevinin olup olmadığı sorunu bağlamında değerlendirir. Edebiyatı işlev sorunu üzerinden incelerken bahsetmemiz gereken bir diğer kavram da edebiyat makinesidir. Edebiyat makinesi, yeni bağlantılar kuran ve bu bağlantılarla kemikleşmiş olan zeminlere, baskıcı sistemlere, durağanlığa ve yukarıdan gelen bir güç tarafından dayatılan kimliklere meydan okuyarak, onları organsız bedenler, yoğunlaşma düzlemleri ve oluş süreçlerinden geçirir. Dolayısıyla Deleuze ve Guattari’nin geliştirdiği bu makine kavramı, edebiyat söz konusu olduğunda, sürekli bağlantılar kuran yoğunlaşma düzlemlerine dönüşür ve birer arzulama üretimi olarak daima yeni bir ürün ortaya koyar.

Deleuze’e göre modern edebiyat eseri, bir makine olarak mutlak hakikate, tümel olana, tözsel akla dayanan aşkın ilkelere gönderme yaparak keşfeden bir makine değil, aksine içkin düzlemde yeni bağlantılardan yeni ürün çıkaran bir toplanmadır (assemblage).[9] Edebiyat, hakikati ne aşkın özlerde ne de mutlak ilkelerde arar; tam tersine yaşamın içindeki göstergelerle ilişkiye girerek kavrar. Bu göstergelerin birbiriyle kurdukları bağlantılardan da yola çıkarak diyebiliriz ki, edebiyat, bizi hakikatin bir keşif meselesi olmadığına, aksine bir yaratma, bundan ötürü de bir oluş meselesi olduğuna ikna eder.



[1] Efe Baştürk (akt.), İçkinlik Demokrasisi: Deleuze ve Politik Felsefe, Norgunk, İstanbul, 2018, s. 22.

[2] François Zourabichvili, Deleuze Sözlüğü, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Say Yayınları, İstanbul, 2011, s. 60.

[3] Efe Baştürk, İçkinlik Demokrasisi: Deleuze ve Politik Felsefe, s. 24.

[4] A.g.e., s. 25.

[5] Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Felsefe Nedir, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İstanbul, s. 43.

[6] D. W. Smith, Saf İçkin Yaşam: Deleuze’ün “Kritik ve Klinik Projesi”, çev. Emre Koyucu, Norgunk, İstanbul, 2013, s. 10.

[7] Hakan Çörekçioğlu, Deleuze: Yaşamla İlişkisinde Felsefe ve Edebiyat, Minör, İstanbul, 2017, s. 19.

[8] Gilles Deleuze-Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam, Ankara, 1990, s. 59.

[9] Hakan Çörekçioğlu, Deleuze: Yaşamla İlişkisinde Felsefe ve Edebiyat, s. 65.