Hizbullah Tahliyeleri ve Müslüman Kürtlere Dair

CMK’nın 102. maddesinde yapılan değişiklik uyarınca Hizbullah üyeleri geçtiğimiz günlerde serbest bırakıldı. Kemal Kılıçdaroğlu, “kamu vicdanın yaraladığını” ifade etti sıcağı sıcağına. Kemalizmin tarihsel bilindışı korkusu, aktüel “irtica tehdidine” dolayımlanarak mevcut laik ve cumhuriyetçi bilincin yüzeyine daha bir şiddetle çarptı. CHP lideri Kılıçdaroğlu’na göre AKP, bu meselenin “ağırlığının altından” kolay “kalkamayacaktı”. Olaya ilişkin basında yer alan haberlerin ve yazılan köşe yazılarının çoğu da, Kılıçdaroğlu ile aynı hissiyatı paylaşıyordu: “kamu vicdanı yaralanmış, adalet darbe almıştı”. Tayyip Erdoğan bir karşı hamleyle tahliyeleri hükümetin değil, Yargıtay’ın gerçekleştirdiğini dile getirerek, topu Yargıtay’a attı. İster Yargıtay ister AKP gerçekleştirmiş olsun, neticede “kamu vicdanı” yaralanmıştı. Ne var ki, Hizbullah üyelerinin tahliyeleri Kürtlerin vicdanını yaraladığı kadar tedavülden bir türlü kalkmayan malum “var olma endişelerini” de deşiverdi. Bu deşilme hali de çok normal zira 2000 öncesi “düşük yoğunluklu savaşın” paramiliter bir safhaya taşınmasıyla Kürtler, Hizbullah’a yüzlerine kezzap atılmış yığınla kadın, işkencelerle paramparça edilmiş bir hayli kurban vermişti. Fanon, ezilen halkların kolektif belleklerinin “açık bir yara” olduğundan söz eder. Tahliyeler Müslüman ama “yurtsever” de olan Kürtlerin yarasına tuz serperek, makûs “açık yarayı” sızlattı.

1990’ların eli satırlı, domuz bağlarıyla diri diri insan gömen bir örgütünün mensupları beklenmedik bir anda salıverilmişlerdi. İşkenceli infazların, vahşice işlenmiş cinayetlerin fotoğraf ve görüntüleri gazete ve televizyonlarda yeniden yayımlandı. “Toplumsal hafızanın” kutusu açıldı. Küflenmiş korkular, yası tutulmamış ölümler, teskin edilmemiş acılar, endişe ve dehşet duyguları saçıldı, harareti zinhar eksilmeyen memleketin gündemine. Hizbullah militanları serbest bırakıldıkları cezaevleri önünde halaylar çekilerek, adeta bir “zafer” havası içinde karşılandılar. Kırçıl sakalları, tekbir çeken dilleri, göğe uzanan şahadet parmaklarıyla bir dönemin marjinal “suç şebekesi” üyeleri şimdi ne yapacaklardı? Tahliyelerle birlikte demokratik kamuoyu haliyle birtakım kesif endişeler içeren sorulara gark oldu: Hizbullah-PKK çatışması yeniden yaşanabilir mi? PKK bölgede Hizbullah alternatifine karşı nasıl bir politika geliştirecek? PKK ve Hizbullah arasında çıkabilecek olası bir çatışmayla Türkiye yeniden yargısız infazların kol gezdiği karanlık dönemlere mi girecek? AKP (ya da Yargıtay) Hizbullah tahliyeleri vasıtasıyla Kürt sorununa karşı İslamcı çözüm anlayışını mı hayata geçirmeye çalışıyor? Hizbullah üyelerinin tahliyesi “demokratik özerlik” ilanıyla yükselen Kürt siyasal muhalefetini siyaseten etkisizleştirmek üzere bir emniyet supabı olarak mı tezgâhlanmıştır? Hizbullah bölgede siyaset icra etmek adına eski usul şiddet yöntemlerini kaldığı yerden devam mı ettirecek yoksa bunun yerine şiddet içermeyen “demokratik” siyaset araçlarını mı kullanacak? Siyasal alanda KCK operasyonları kapsamında tutuklanan legal Kürt siyasetçilerinin yeri, Hizbullah militanları tarafından mı doldurulmak isteniyor?


Bu sorular kamuoyunun zihnini meşgul ededursun Abdullah Öcalan, Hizbullah üyelerinin tahliyelerine ilişkin olarak bir “diyalog” çağrısında bulundu: “Hizbullahçılarla da konuşulur, diyaloga geçilir, eğer eski tarzlarında devam etmeyeceklerse, özeleştirilerini yapmışlarsa, hatalarından ders çıkarmışlarsa, bundan sonra kendilerini legal olarak ifade edeceklerse onlar da çağrılır. Hem Konsey’de hem Kongre’de temsil edilebilirler” (Fırat Haber Ajansı). Kanımca Öcalan’ın diyalog çağrısı bölgede çatışmasızlığın tesis edilmesine dair “taktik” denebilecek bir teşebbüs. Zira Hizbullah çağrıya kulak kesilmeyip, “eski tarzında” devam edecek olursa bu kez “Kürt Haması” olarak adlandırılıp ona göre muamele görecek. Öcalan nezdinde Kürt hareketinin yörüngesine girmeyerek “Kürt Haması” olmakta ısrar eden bir Hizbullah, İslamiyet’in değil, başını AKP’nin çektiği “faşist-İslamcı zihniyetin” tecellisidir. Beri yandan, Abdullah Öcalan, tedbiri elden bırakmayıp Hizbullah “tehdidine” yönelik olarak PKK’nin “öz savunma güçlerini” teyakkuz vaziyeti almaya davet ediyor. Öcalan’a göre, öz savunma güçlerinin yanı sıra, “öz dini örgütlülükler” de oluşturulmalıdır. Bu örgütlülükler aracılığıyla Kürt halkının iktidara yakın “faşist zihniyetli” dini oluşumlarla arasına belli bir mesafe çekilmelidir. Genelde “din” özeldeyse Hizbullah meselesine dair alarmist olarak nitelendirebileceğimiz bir ruh hali hâkim Kürt hareketinde. Öcalan’a göre, Hizbullah mahut kıstasları yerine getirip, özeleştirisini yaptığı takdirde Kürt hareketinin “hegemonyasına” bağlı Kent konseylerinde temsil hakkına kavuşabilecektir. Buna göre “Kürt Haması” olup olmamak evvela Hizbullah’ın geliştireceği tavra bağlı. Hizbullah özeleştirisini yaptığı takdirde “samimi Müslüman” bir grup olarak değerlendirilecektir. Samimi Müslümanlar olarak Hizbullah, Kürt hareketine karşıt bir yapılanma, bir çeşit “tasfiye aracı” olmaktan da çıkacaktır böylelikle. Hizbullah, Öcalan’ın çağrısından hareketle olsa gerek, içinde “özeleştirel” nüvelerin de bulunduğu bir açıklama yaptı. Hizbullah Basın Bürosu, 15 Ocak’ta yaptığı bir açıklamayla PKK’ye “ateşkes” çağrısında bulundu. Ateşkes çağrısı Hizbullah’ın fiiliyatta olmasa da manen PKK ile savaş halinde olduğunun da göstergesidir.

Ne var ki, açıklamada yukarıdaki sorulara “ucu açık” yanıtlar veriliyor. PKK tarafından “fiili saldırıya uğramadıkları müddetçe silaha başvurma veya güç kullanma gibi bir niyet, plan ve programlarının olmadığı”, “bıçak kemiğe dayanmadıkça” da PKK ile silahlı mücadeleye girişilmeyeceği dile getiriliyor. Açıklamada dikkat çekici olan husus, Hizbullah’ın PKK ile çatışma ya da çatışmama olasılığından ziyade, “silahlı mücadele” yönteminden vazgeçmediğini açıkça ilan etmesi. Örgütün legal ve siyasal ifade kanallarından farklı olarak silah ve şiddetle siyaset sürdürme mecrasında olduğu anlaşılıyor. Şiddetin kimlere karşı nasıl kullanılacağı ya da tersinden kullanılmayacağını elbette zaman gösterecek. Öte yandan, şiddetin “meşru müdafaa zemininde kalınarak “haklılaştırılması” da söz konusu burada. Bu tarz esas itibariyle PKK’nin de tarzıdır. Şöyle ki, PKK her fırsatta “öz savunma” güçlerini “saldırı” amaçlı olarak değil de, kendilerini hedef alan herhangi bir saldırı gerçekleştirildiğinde “savunma ve misilleme” amacıyla elinde tuttuğunu belirtiyor. Bana öyle geliyor ki, Hizbullah PKK’nin taktiğiyle PKK ile ilişkilenme yolunu aramaya çalışıyor. Gelgelelim bu ilişkilenmenin müşterek diyebileceğimiz bir siyasal boyutu da var. Hizbullah’a göre, PKK ve kendileri arasında yaşanabilecek olası bir çatışmadan geçmişte de olduğu gibi evvela “Kemalist rejim ve onun derin unsurları” istifade edecektir. Öcalan’ın sözünü ettiği “hatalardan ders çıkarmanın” sonucu olarak değerlendirilebilecek çıkarımlar bunlar. Açıklamaya göre, 2000’de Beykoz’da Hizbullah’a yönelik operasyonların Hizbullah’ın artık PKK ile “çatışmaları durdurdukları için” gerçekleştirildiği belirtiliyor. Beykoz operasyonundan sonra Hizbullah, “bilerek ve kendi iradesiyle silahları bir tarafa bıraktığını” söylüyor. Hizbullah’ın bölgede PKK ile savaşma amacıyla “devlet tarafından desteklendiği” yönündeki hâkim anlayışın, örgüt tarafından da dillendirilmesidir bu. Bir başka ifadeyle Hizbullah, PKK ile savaş kapsamında devletten “destek” ve “icazet” aldığını bizatihi ifşa ediyor. Bu açıklamayı Öcalan’ın Hizbullah’tan beklediği “özeleştirinin” bir tür ilk adımı olarak değerlendirmek mümkün. Öte yandan, bu ilk adıma paralel olarak Hizbullah Kürt hareketiyle “bazı konularda anlaşma dâhil birçok alternatife açık” olduğunu da belirtiyor (15 Ocak, Cumhuriyet).

Sürecin nasıl bir istikamet izleyeceğini önümüzdeki dönemin gelişmeleri gösterecek. Ne var ki, bugün gelinen aşamada bölgedeki reel siyasetin iki güç arasındaki bir tür “hegemonya savaşına” dönüştüğü vakıadır. Bölgenin siyasi haritası İslamî söylemler (AKP, Mazlum-Der, Özgür-Der, Gülen Cemaati, Hizbullah ve onun etkisindeki Mustazaf-Der vb.) ile Kürt ulusal-demokratik söylemi arasındaki mücadelenin sonuçlarına göre şekilleneceğe benziyor. Zira CHP-DSP çizgisindeki Kemalist söylemlerle, ANAP-DYP-MHP çizgisindeki sağ ve milliyetçi söylemler bölgeden kitlesel ve ideolojik olarak silinmiş vaziyetteler. İslamî “ideolojilere” endeksli Kürtlerin, PKK ve BDP çizgisinin mobilize ettiği kitleye siyaseten galebe çalması mümkün mü pekâlâ? Kürt hareketinin söylemsel dairesinde olan Kürtler Müslümanlar ama tersinden İslamî söylemlerin dairesinde olanlar da Kürtler. Hegemonya savaşında belirleyici olacak olan da bu paradoksal durumun ta kendisi. Bu düzleme bir taraf, karşı tarafı Müslüman olmamakla, yani Öcalan’ın yaptığı gibi “sahte” ya da “samimi olmayan” Müslümanlıkla eleştirerek politika sürdürme yolunu tutuyor. 2010 bütçe görüşmelerinde Tayyip Erdoğan’ın “tek dil, tek bayrak, tek millet” söylemini “Allah’a şirk koşma” olarak değerlendiren BDP Başkanı Demirtaş’ın çıkışını da böyle okumak gerekiyor. Buna karşılık AKP hegemonyası altında ama ona rağmen var olan İslamî söylemler de PKK ve BDP çizgisinin Kürtlüğü temsil etmediği yollu bir siyaset tarzı geliştiriyor. Hâsılı bölgede birbirlerini tamamlayan iki kimliğin siyaseten yarılması söz konusu. Bu yarılmadan istifade edecek asli aktörlerinden biri de, kuşkusuz merkezi AKP hükümeti.


Birikim’in Kasım 259. sayısında Mete Çubukçu, olacakları adeta önceden görürcesine içinde Hizbullah ve PKK gerilimini de konu alan ama esas itibariyle KCK davasına ilişkin etraflı bir makale yazdı. Yaşanan tahliyelerin etkilerini ama ondan önce PKK-Hizbullah gerilimini anlamak adına önemli tespitler mevcut yazıda. Çubukçu, Kürt hareketinin -İslami söylem ve oluşumlardan farklı olarak daha- sarih bir “stratejik çözümün” anlayışının bulunduğunu ifade ediyor. Buna mukabil İslamî söylemlere uygun oluşumlar, PKK’nin ve BDP’nin bölgedeki ideolojik-politik üstünlüğünden ötürü olsa gerek, kendi stratejik İslamî çözüm modellerini “somut” bir biçimde dillendirme evresinde değiller henüz. Çubukçu, “kendi kafasındaki muhafazakâr/İslami çözümü henüz dillendirmese bile ipuçları veren ve bu anlamda Kürtlere güven vermeyen AKP” imgesinden söz ediyor. Kürt hareketi nazarında İslamcı “AKP imgesi” her uygulamayla birlikte biraz daha somutlaşarak netlik kazanıyor.

PKK, BDP, İmralı ve Kandil hattında Hizbullah tahliyeleri Kürt meselesinin hal yoluna sokulmasında AKP’nin İslamî “ipuçlarından” biri olarak değerlendirildi, ilk elden. Zira Kürt hareketine göre AKP, “Kürt meselesinin dini yaklaşımlarla çözümünde” ısrarcı. Bu ısrarın bölgedeki yansıması nedir? Çubukçu’ya göre, “bölgede Hizbullah’ın tabanı olarak bilinen Mustazaf-Der aracılığı ile dindar Kürtlerle-BDP kitlesi karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor”. Altı yıl önce Diyarbakır ve Batman’da Mustazaf-Der adlı legal kurumsallaşmalar örgütlendi. Bilindiği üzere Diyarbakır ve Batman 1990’larda Hizbullah’ın örgütsel tabanının bulunduğu önemli kentler arasındaydı. Mustazaf-Der Kürt meselesinin İslamî esaslara dayanarak çözülmesi gerektiği hususunda aktif siyaset sürdürüyor bu kentlerde. Derneğin adından da anlaşılacağı üzere soyut bir “mazlumluk söyleminden” hareketle geliştirilen politikalar, kurumsal-demokratik faaliyetin ağırlık merkezini oluşturuyor. Mustazaf-Der, AKP ile söylemsel-ideolojik düzeyde “doğrudan” bir çatışma içinde görünmüyor. Zira Mustazaf-Der, anayasa referandumunda boykotçu ya da hayırcı cephelerde değil, evet cephesinde yer aldı. Dernek referandum öncesinde konuya ilişkin bir bildiri yayınladı. Her ne kadar “halkın İslamî inancına” yönelik değişiklikler bulunmuyorsa da, referandumun genel anlamıyla “hak ve özgürlükleri” genişleteceği ve tam bu nedenle de eskine kıyasla yeni oluşacak anayasanın “her halükarda daha iyi” olduğunu ifade ederek, oylamayı evetçi cepheden “desteklediğini” açıkladı.

Ezcümle Mustazaf-Der özelinde oluğu gibi etnik bir sorun olan Kürt meselesi dini bir sorun haline dönüştürülmeye çalışılıyor. Çubukçu’ya göre, “dini yaklaşımlarla çözümü denemek, zamanı boşa harcamaktan öte bir anlam taşımamaktadır”. Kürtler toplumsal yaşayışları, kültürel ve dini ritüelleriyle muhafazakârlardır ama her şeyden önce artık Kürtlerdir. Beri yandan, Mete Çubukçu, Öcalan’dan farklı olarak bölgede bir Kürt Haması’nın yaratılmasının hükümetin işine gelmeyeceği kanaatinde. Zira Hamasvari bir oluşum AKP’nin temsilini üstlendiği “ılımlı” modelin karşıtının yaratılmasıdır ki, AKP’nin bindiği dalı kesmesi olacaktır bu da. Kürt Haması değilse bile bölgenin renginin her geçen gün daha bir “yeşile” büründüğü de aşikâr ama. Söz gelimi “Doğu ve Güneydoğu’da 1362 yeni caminin inşa edilmesi için Diyanet’e 53 milyon ek bütçe verilmesi”, “her ile ‘İl Özel İrşat Ekipleri’nin konuşlandırılması”, “bölgeye 14 bin yeni imamın atanması” ve sair uygulamalar, renk dönüşümünün açık belirtileri. Kürt hareketinin siyasi öznelerinde, AKP’nin Kürt meselesini etno-politik bir vurguyla “anayasal haklar ve özgürlükler” temelinde değil de, etno-dini bir vurguyla aynı dine mensup “tek millet” söylemi temeline istinaden çözüme kavuşturma amacında olduğu iddiası yerleşikleşmiştir. AKP’nin bölgedeki her türlü dinsel içerikli pratiği de bu yerleşik kanaati daha bir kökleştiriyor.

Siyasal İslam’ın yükselişini durdurmak için Kürt hareketinin net bir politikasının olduğunu söylemek şimdilik zor ama mevcut hegemonyasının aşınıma uğradığını da kaydetmek gerekiyor. Aşınmanın önünü almak için Kürt hareketi, büyük ölçüde Öcalan’ın siyasi çözümlemelerinden hareketle çeşitli hamlelerde bulunuyor. Bu hamlelere bakarak Kürt hareketinin siyasal İslam’a dair politikasını kısmen de olsa anlamak olası görünüyor. Örneğin birkaç hafta önce Abdullah Öcalan, Gülen cemaatini AKP siyasetinden bağımsız bir oluşum olarak değerlendirip, tipik diyalog çağrılarından birini yaptı. Öcalan’a göre, Gülen cemaati bir “tarikat” örgütlenmesinden ziyade “sivil toplum” örgütlenmesidir. Sivil toplum örgütlenmesi olarak cemaat, bölgenin ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesi hususunda Kürt hareketiyle birlikte en önemli güçlerden birisi olarak değerlendiriliyor. Gülen cemaatiyle yakınlaşma ya da “diyalog” taktiği, cemaati AKP’nin değil de Kürt hareketinin yörüngesine çekme amacını taşıyan bir hamleydi. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi Öcalan bu hamlenin benzerini Hizbullah tahliyeleri akabinde de gerçekleştirdi. Hegemonya yarışında rakibinin sahasında yer alan unsurları mümkün olduğu ölçüde kendi saflarına çekmek, Kürt hareketi açısından karakteristiktir diyebiliriz. İçeri çekemediklerini dışsallaştırarak siyaset sürdürme usulü hem Kürt hareketinin hem de siyasal İslam’ın asli politik hassası. Bu tutuma göre, Kürt hareketinin iradesi dışında gelişecek olan her türden oluşum, PKK ve BDP’ye “karşıt-tasfiyeci” oluşumlar olarak değerlendiriliyor. Hülasa nasıl ki iktidar PKK ve BDP’ye karşı kendi “Kürdünü” yaratmak istiyorsa, PKK ve BDP de iktidara karşı kendi Müslümanını yaratmak istiyor. Birbirlerine karşıt tabanların karşı karşıya gelmesi de bu esnada cereyan ediyor. Çubukçu’nun sözünü ettiği PKK ile Hizbullah tabanlarının karşı karşıya gelme durumu, umarım 1990’larda olduğu gibi bir silahlı çatışma biçiminde yaşanmaz ve siyaset denilen kurum şiddet dışı araçlarla sürdürülme imkânına kavuşur.