Şeffaflık Toplumlarında Siyaset: Sahihliğin Tiranlığı (II)

Catherine Fieschi, neden son dönemde yaşanan ekonomik, siyasal ve kültürel krizlerden en kârlı çıkanların popülistler olduğunu sorarak başlıyor Populocracy kitabına. Ona göre bu krizlerin başka muhalefet hareketlerinden çok popülistlere yaramış olması rastlantı değil. Zira popülizmin kavramsal haritasında merkezî bir konumda yer alan sahihlik, bir önceki yazıda da değindiğim üzere, bu krizlerin deneyimlendiği ağ toplumlarında yaygın biçimde arzulanan bir ilke. Yalnız özel alanda değil, kamusal alanda da belki daha önce hiç olmadığı kadar önemli. Artık siyasal konuları bile hakikat kriterinden çok sahihlik kriterine göre değerlendiren bir siyasal iklimin içerisindeyiz. Tarihi 19. yüzyıla kadar götürülebilecek olan popülist siyasetin bu iklime kolayca uyum sağlayarak yükselebilmesinin ardında da sahihlik fikrine yaptığı güçlü vurgu yatıyor.

Popülist akıl, popülist olmayan tüm parti ve hareketleri seçkincilikle suçluyor ve onların halk ile ikiyüzlü bir ilişki kurduklarını iddia ediyor. Buna karşılık halk ile sahih ve samimi bir ilişki kuranın da kendisi olduğunu öne sürüyor. Halkın gerçek kimliğinin ve müesses nizam tarafından bastırılmış arzularını dolayımsız şekilde yansıtan tek hareketin oldukları savı, popülist partilerin en önemli söylemsel temalarından birisi. Bu sahihlik vurgusu özellikle popülist liderlik biçimlerinde son derece belirgin ve onu karizmatik liderlik biçiminden ayırt etmek için kullanmaya elverişli.

Sıklıkla karizmatik liderlik ile eşanlamlıymış gibi değerlendirilse de popülist liderlik tarzı aslında Weberyen karizmatik liderlikten hayli farklıdır. Karizmatik liderin etkinliği şahsi yeteneklerinin sıradışılığına olan inançtan kaynaklanır. Karizmatik lider daima kudretli ve bilgedir. Kimsenin göremediğini görüp halkını en doğru yola sevk eder. Oysa popülist liderlik tarzında böyle bir iddia ya hiç yoktur ya da baskın değildir. Popülist liderliğin esas vurucu noktası “tıpkı bizim gibi” olma iddiasında saklıdır. Buna göre popülist lider, rakiplerinden farklı olarak bizimle sahih bir ilişki kurar. Tıpkı bizim gibi o da zaman zaman hata yapar, fikir değiştirir ya da olayları işine geldiği şekilde yorumlar. Onun verdiği siyasal tepkilerin en önemli niteliği akılcılığı veya somut verilere dayanması değil, içinden gelen ve doğal tepkiler olmasıdır. Örneğin popülist liderlik imgesinde “One minute!” diyerek ayağa fırlamak, İsrail ile olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerin ölçeğini anlamlı bir biçimde küçültmekten daha önemlidir. Verilen bir kararın yanlışlığının, gösterilen fevri bir tepkinin aşırılığının veya ileri sürülen bir iddianın gerçek olmadığının ortaya çıkması, popülist liderler için altın bir fırsattır. Zira Fieschi’ye göre bu hataları ve yalanlarıyla popülist lider kanlı canlı bir insan portresi çizer. Daima teknik verilere ve nesnel olgulara göre konuşarak en sağduyulu ve rasyonel kararları salık veren “ruhsuz” siyasetçilerden ve uzmanlardan da böylelikle ayrışır. Liderin yalnızca olumlu yönlerinde değil, olumsuz yönlerinde de seçmenlerin kendilerinden bir şeyler bulmaları umulur böylece.

Erdoğan’ın söylemlerinde sıklıkla başvurduğu samimiyet teması tam da popülizmin kalbindeki bu sahihlik nosyonunun bir yansımasıdır. Karizmatik bir liderin asla yapmayacağı şeyleri yapabilir Erdoğan. Örneğin “kandırıldık” diyebilir, seçmeninden af dileyebilir veya Lozan Antlaşması ile ilgili olarak bir sene önce söylediği şeylerin tam tersini bugün söyleyebilir. Zira seçmen nazarında inandırıcılığı da, liderliğine olan güven de sözlerinin daima doğru olmasından kaynaklanmaz, içtenliğinden kaynaklanır. Bizi “en kalbî duygularla” selamlarken muhalefeti sıklıkla samimiyetsizlikle suçlaması da bundandır. Samimiyet arayışında hiçbir sınır tanımaz ve buğdayın bile samimisini arzular. Örneğin 18 Ocak 2013 tarihli bir konuşmasında beyaz ekmeği bir kenara bırakma çağrısı yaparak “[a]rtık has, samimi buğday ununda ekmek üretelim,” der. Bu genel samimiyet arayışı Erdoğan’ın medyasında da yansımasını bulur. Rakip liderler siyasa önerileri üzerinden olduğu kadar samimiyet ölçeğindeki yerleri ile de eleştirilirler bu medyada. Örneğin Okan Müderrisoğlu, 23 Haziran seçimleri öncesinde Ekrem İmamoğlu’nun Ordu Havalimanı’nda yaşadığı tartışmayı bir samimiyet testi olarak okur ve İmamoğlu’nun adını anmadan, “CHP adayının” siyasetçiler için olmazsa olmaz olan bu özellikten yoksun olduğunu bildirerek okurlarının ufkunu açar:

"CHP adayı, Ordu'da gerçekleşen hadisede, heyetiyle birlikte o salonu adeta baskı altına almak durumunda kalmış. Herkesin beğendiğimiz veya beğenmediğimiz yönleri olabilir. Ama siyasetçi yapay olamaz. Samimi olacak. Ama burada böyle bir profil yok.”

Zamanın Kelimeleri’ndeki “Samimiyet” bölümünde Tanıl Bora’nın da belirttiği gibi, “buğdayda bile samimiyet arayan (…) bu hislilik (…) tümüyle yabancılaşmamış, dolayımsız, otantik olana özlemin ifadesidir”. Bu samimiyet arzusu temsiliyetin de ötesine geçen dolayımsız ve tümüyle şeffaf bir ilişkiselliğin fantezisidir aslında. Popülist hareketten veya liderden beklenen -ki bazı örneklerde hareket bazılarında ise lider asli unsurdur- halkın çıkarlarını temsil etmesi değil, halkın özünü olduğu gibi yansıtması ve yeniden hâkim kılmasıdır.

Türkiye örneğinde kimi zaman “Anadolu irfanı”, “bu toprakların birikimi”, “medeniyetimizin mirası” gibi ifadelerle işaret edilen bu özün ne olduğu tartışmalı bir konu olsa da popülist söylem içerisindeki işlevi açıktır. Popülistlerin neredeyse tecessümü olduklarını iddia ettikleri bu öz, ne halkın tek bir kesimine ne de tek bir tarihsel döneme indirgenebilecek aşkın bir etik-politik referans noktası, bir hikmet kaynağıdır. Halk, seçkinler karşısındaki mutlak üstünlüğünü bu öze borçludur. Sıradan insanın herhangi bir eğitime ihtiyaç duymaksızın ve derin bir analiz çabasına girişmeden, salt sağduyusu ile iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilmesini sağlayan şey bu özdür. Halkın içinden gelen, samimi ve sahih tepkisi bu öz sayesinde duru bir bilgeliği yansıtır. Bülent Arı’nın 2016 yılında bir televizyon programında söylediği ve çok ses getiren ifadelerini de bu açıdan okumak daha doğru olacaktır:

“Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. (…) Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü, zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık. Sultan Hamid devrine geri dönelim. Sultan Hamid, mülkiye olmak üzere Sultanileri kurdu. Yani medreselerde az çok kıt kanaat sadece dini tedrisat olmak yerine, laik eğitimi bütün ülkeye yaydı. Yani Osmanlı aydınlanmasını sağlayan Sultan Hamid'dir. Bu okullarda okuyanlar Sultan Hamid'i devirdiler. Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor.”

Burada da bir örneği görüldüğü üzere popülizm, halk ile elitler arasındaki karşıtlığı bir mutlak epistemolojik-ahlâki dikotomi olarak kurmak için bu özü bir referans noktası alır. Halkın sağduyusu ile eriştiği bilgi doğru, içinden gelen tavır da ahlâkidir. Siyasetçi de ancak halkın bu sağduyusuna ve sezgisine yakın olduğu, onu içerisinde hissettiği ve yansıttığı ölçüde başarılı olur. Popülist lideri diğer profesyonel politikacılardan ayıran tam da bu noktadır.

Elbette sağduyu ve sezgiye dayalı bu siyasal iklimde karmaşık politika önerileri ve nüanslı ayrımlara dayalı analizler yerine maniheist temalara dayanan ve komplo teorilerine meyleden basit ancak kolaylıkla kavranabilir ve dolaşıma sokulabilir açıklamalar tercih edilir.  Faiz lobisi iddiası ekonomi teorilerine, Alman istihbaratı iddiası ise sosyolojik analizlere tercih edilir. Dahası, bu popülistleşmenin damgası yalnızca siyasal alana değil, bütün bir kültür alanına damgasını vurur. Sahihlik arzusu ile sağduyuya olan güven, bireyleri karşılaştıkları gündelik olaylar ve olgularla ilgili olarak en refleksif tepkilerini vermeye ve içlerinden geldiği gibi konuşmaya teşvik eder. Gerçek düşüncelerine ket vurarak ötekine karşı bir empati beslemeye yeltenenler, bu popülist kültür ortamında ikiyüzlülükle suçlanır. Özüne yabancılaşmak anlamına gelen ve Türkiye’deki sosyal medya dilinde “duyar kasmak” olarak adlandırılan bu hareket, şeffaflık toplumlarında affedilmez bir kabahattir. Öteki ile empati kurmak adına kendi özünüzden feragat ettiğinize dair en ufak bir işaret, ikiyüzlü bir biçimde toplumun onayını almaya çalıştığınız şeklinde yorumlanır ve kınanır. Çünkü samimi ve sahih olmayana tahammülü yoktur. Siyasetin dilinde de tam bu yüzden politik doğruculuk geçer akçe olmaktan çıkar ve onun yerini popülistlik alır. Öyle ki muhalefet bile çareyi popülistleşmekte arar. Mesafe tutkusunun kaybolduğu şeffaflık toplumlarında siyaset böylelikle topyekûn popülistleşen, düşünceye ve empatiye ayrılan yerin giderek daraldığı ve kendilik teknolojileri ile manipüle edilmeye son derece açık bir alanda varlığını sürdürür.