Brexit’in “Gerçekleşmesine” Giden Yol


Geleneksel olarak Mayıs ve Haziran aylarında yapılan Birleşik Krallık seçimleri, Başbakan Boris Johnson’un Brexit anlaşmasını parlamentodan geçirememesi sonucu başlayan erken seçim tartışmalarıyla, 1923 yılından sonra ilk defa Aralık ayında yapılan genel seçim olarak tarihteki yerini aldı. 12 Aralık seçim günü oy verme işleminin akşam saat 10’da sonlanmasıyla BBC’nin sandık çıkışı anketlerine dayandırdığı tahminler Birleşik Krallık siyaseti başta olmak üzere Ada’daki siyaseti takip edenler için neredeyse şok ediciydi: Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti (Conservative Party) seçimi, kendisine en büyük çoğunluğu tahmin eden seçim anketlerinin dahi önünde tamamlayarak, Margaret Thatcher’ın 1987 yılındaki üçüncü galibiyetinden sonra en iyi sonucuna ulaşmış oldu. Bunun karşısında, ana muhalefetteki İşçi Partisi (Labour Party) ise, oylarında yaşadığı %8’e yakın düşüşle sandalye sayısına göre karşılaştırıldığında 1935 yılından sonra en büyük mağlubiyetini almış oldu.  

“Brexit’i Gerçekleştir” (“Get Brexit Done”) sloganıyla yola çıkan ve kampanyasının temelini parlamentoda oluşan Brexit tıkanıklığını aşarak 31 Ocak’a kadar Avrupa Birliği (AB) ile bir çekilme anlaşmasını tamamlama sözü veren Birleşik Krallık Başbakanı Johnson, selefi Theresa May’in 2017 kampanyasıyla karşılaştırıldığında kamu kurumları için görece daha çok harcama yapacağını seçim manifestosunda açıkladı. Manifestosuna eklediği ve içlerinde sağlık alanında Ulusal Sağlık Sistemini (National Health Service – NHS) güçlendirmeyi de içeren harcama paketi ile May’in 2017 yılında medya tarafından oldukça eleştirilen ve oy kaybına yol açan bunama vergisi (dementia tax) tartışması gibi sorunlarla da karşılaşmamış oldu. Büyük bir medya desteğini arkasına alan Başbakan Johnson, tüm parti liderleri ile seçim öncesi röportajları yapan BBC sunucusu Andrew Neil’in röportaj talebini geri çevirirken, Muhafazakâr Parti’nin seçim kampanyası döneminde yaşanan canlı yayında ilk partiler arası tartışma esnasında resmî Twitter hesaplarını “Factcheck UK” (“Teyit Birleşik Krallık”) olarak değiştirmesi oldukça tartışıldı[1]: Bağımsız bir teyit hesabı görüntüsü altında partinin politikalarını “teyit”leyerek halkı doğrudan yanlış yönlendirdiği gerekçesiyle “Orwellian” olarak adlandırılan bu uygulamayla beraber, siyasi partilerin demeç ve açıklamalarını teyit eden bağımsız kuruluşlar Muhafazakâr Parti’nin sosyal medya reklamlarında %88 oranında yanlış ya da yanıltıcı içeriği kamu ile paylaştığını ortaya koydu.[2] Elde ettiği sonuçla daha önce azınlık hükümetinin devamı için destek aldığı aşırı sağcı/muhafazakâr Demokratik Birlik Partisi’ne (Democratic Union Party – DUP) ihtiyacı kalmayan Muhafazakâr Parti’nin aynı zamanda AB’de kalma yanlısı İskoçya’da da vekillerinin azalmasıyla daha sert bir Brexit anlaşması yapabileceği ise oldukça olası. Bununla beraber, seçim dönemi boyunca Brexit’e yoğunlaşan ve geçmiş dönemlere oranla daha çok kamusal harcama sözü veren Muhafazakâr Parti’nin elde ettiği çoğunluktaki yeni vekillerinin görece daha deneyimsiz olması ise Başbakan Johnson’un AB’den ayrılma başta olmak üzere birçok konuda parlamentoda elini kolaylaştıracağa benziyor.

Birleşik Krallık’taki 2019 genel seçimlerini değerlendirirken, seçim sistemini ve işleyişini tartışmak ise sonuçları analiz etmek için önemli bir nokta. 650 ayrı seçim bölgesinden oluşan ve her bir bölgenin tek bir vekil seçtiği, dar bölge sistemi (single-member district) olarak adlandırılan bu sistemde vekil seçilmek oy çokluğu (first-past-the-post) temeline dayanıyor.[3] Siyaset bilimi literatüründe iki partili sistemi güçlendirdiği/ürettiği gösterilen bu seçim sistemi iki ana parti dışında bölgesel olarak güçlü olmayan başka partilerin parlamentoda temsiliyetini azaltıyor ve daha çok çoğunlukçu sonuçları da beraberinde getiriyor. Bahsedilen sistemin Birleşik Krallık’taki en çarpıcı örneklerinden birisi ise 2010 yılındaki seçimlerde %12,6 oranında oya ulaşmasına rağmen parlamentoda sadece 1 vekil ile temsil hakkı yakalayan göçmen ve AB karşıtı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (United Kingdom Independence Party – UKIP) karşılık, İskoçya özelinde diğer partilere göre güçlü olan İskoç Ulusal Partisi’nin (Scottish National Party – SNP) %5 oy altında oy alıp aday gösterdiği 59 bölgenin 56’sından vekil çıkarmasıydı. Seçim sistemi dolayısıyla tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük dezavantajını yaşayan Liberal Demokratlar (Liberal Democrats), 2010 yılında Muhafazakâr Parti ile kurduğu koalisyon hükümetinde İngiltere’nin çoğunlukçu sistemini değiştirmek için karara varmıştı. Dar bölge sistemini değiştirmeden, daha çoğulcu sonuçların alınabilmesi için seçmenlerin birden fazla adaya sıralama yaparak oy verebilecekleri Alternatif Oy (Alternative Voting/Instant-runoff voting)[4] önerisi 2011’deki referandumla halkın büyük çoğunluğu (%67,9) tarafından reddedildi. Bundan dolayı, aynı şekilde yürürlükte kalan bu seçim sisteminin çoğunlukçu sonuçlarını bu seçimde de görmek oldukça mümkün: AB’den ayrılmak için ikinci bir referandum vaat eden İşçi Partisi ile AB’de kalma taraftarı ve içlerinde Liberal Demokratlar, İskoç Ulusal Partisi ve Yeşil partilerin bulunduğu blok %51’e yakın oy almasına rağmen, AB’den kısa bir süre içerisinde oldukça tartışmalı bir anlaşmayla ayrılmayı öneren Muhafazakâr Parti %43,6 oy oranıyla parlamentoda 80 vekillik bir üstünlük sağlamış duruma geldi ve bu sayede yeni parlamentonun açıldığı ilk haftada hükümet, AB’den Geri Çekilme Anlaşması’nı (Withdrawal Agreement) geçirmeyi başardı.[5]

2019 seçimlerinin en çok konuşulan konularından birini ise anketlerde ortaya çıkan yaşa dayalı fark oluşturdu: 18-24 yaş arasında neredeyse %60’a ulaşan İşçi Partisi desteği yaş azaldıkça azalmasına karşılık Muhafazakâr Parti’nin 65 yaş ve üstünde %60 oya ulaştığı bulgulandı.[6] Ancak yaşa dayalı oluşan bu farklılığın (özellikle sol/özgürlükçü partiler ile sağ partiler arasında) ne Birleşik Krallığın diğer seçimleri ne de geriye kalan çoğu Kuzey ve Merkez Avrupa ülkeleri için yeni olmadığının altını çizmek gerekiyor. Bununla beraber, seçime katılımın düşmesi de etkili olarak, İşçi Partisi aslında 2017 yılında gençlerde yakaladığı en büyük başarılarından birinin de gerisine düşmüş oldu.

(Kaynak: https://lordashcroftpolls.com/2019/12/how-britain-voted-and-why-my-2019-general-election-post-vote-poll/#more-16379)

2017 seçimlerinde İşçi Partisi’nin elinde olan 54 vekilin son seçimle Muhafazakâr Parti tarafından kazanıldığı yerlerin İşçi Partisi’nin tarihsel olarak işçi yoğunluğu nedeniyle güçlü olduğu ve Birleşik Krallık siyasetinde “Kırmızı Duvar” (“Red Wall”) olarak adlandırılan yerlerde yoğunlaşması oldukça tartışılan bir konu. Karşılaştırmalı olarak yapılan analizler, Muhafazakâr Parti’nin İşçi Partisi ve Liberal Demokratlar karşısındaki üstünlüğünün en çok mavi yakalı işçilerin oyları ile kurulduğunu gösteriyor.[7] Yani son seçimde elde edilen Muhafazakâr Parti çoğunluğun en büyük sebebinin İşçi Partisi’nden Muhafazakâr Parti’ye kayan rutin/yarı rutin işlerde çalışan kişilerin oy değişimleri olduğu belirtiliyor. Çeşitli araştırmalar, işçi sınıfının, Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi arasında oy verme farklılığı araştırılmaya başlanan 1997 yılından itibaren azalarak  2019 yılıyla tüm etkisini yitirdiğini de ortaya koyuyor.[8] Bir çeşit “İşçi Devrimi” olarak da adlandırılan ve Johnson’un seçim zaferi konuşmasında ilk defa oyunu Muhafazakârlardan yana kullananlara özellikle teşekkür ettiği bu kitlenin değişen seçmen davranışı çeşitli şekillerde değerlendirilebilir.

(Kaynak: https://twitter.com/jburnmurdoch/status/1205335470302994433?s=20)

2017 seçim manifestosunda Brexit anlaşmasını hayata geçirmeyi amaçlayan İşçi Partisi, 2019 seçimlerine giderken politikasında önemli bir değişiklik yapıp Brexit anlaşmasıyla beraber AB’de kalmak için ikinci bir referandum yapacağı sözünü vermişti. Politikasındaki bu temel değişim ile AB’den ayrılma taraftarı partililerini -özellikle Orta ve Kuzey İngiltere’deki işçileri- kaybettiği analizleri yapılırken, seçim sonrasındaki araştırmalar, İşçi Partisi’nden Muhafazakâr Parti’ye geçenlerinin sebeplerinin %31 oranında AB politikasındaki değişim olduğunu ortaya koydu.[9] Ancak İşçi Partisi’nin politikasını bu denli değiştirmesinin en önde gelen sebeplerinden biri, İşçi Partisi’nin Keynesçi iktisat politikalarının ana mimarlarından gölge Maliye Bakanı John McDonnell’ın seçim sonrası BBC’den Andrew Marr’a verdiği röportajda da belirtiği gibi İşçi Partisi destekçilerinin %70’inin AB’de kalma taraftarı olmasıydı.[10] Buna ek olarak, İşçi Partisi ikinci referandum sözü vermeden önce, keskin bir şekilde AB’de kalma taraftarlığı yapan Liberal Demokratlar, Yeşil Parti ve İskoç Ulusal Partisi’nin AB yanlısı seçmende etkisinin artmasıyla anketlerde ancak %20’ler seviyesinde bulunuyordu. Bir başka deyişle, İşçi Partisi’nin oy kaybetme gerekçesini ve iktidar olamama sebebini tek başına AB politikasının değiştirmesine bağlamak oldukça zor çünkü İşçi Partisi seçmeninin çoğunluğunu oluşturan AB’de kalma taraftarları ikinci referandum sözü verilmeden geriye kalan AB destekçisi partilere daha yoğun bir şekilde yönelebilirdi. Ancak İşçi Partisi, 2016 AB referandum sonuçları karşılaştırıldığında -yoğun bir şekilde AB’de kalmayı savunan yerlerde daha az olsa da- hem yoğun şekilde ayrılmayı savunan (-%10,4) hem de Birlik içerisinde kalmak isteyen yerlerde (-%6,4) oy oranını düşürmüş durumda.[11]

İşçi Partisi’nin yenilgilerinden bir başka sebebinin ise Birleşik Krallık’ta yıllar içinde artan ancak 2016 AB’den ayrılma referandumu ile toplum ekseninde daha da kuvvetlenen sosyokültürel ve sosyoekonomik farklılıklar/kümelenmeler olduğu düşünülüyor. Bu bağlamda, sosyal özgürlük ve ekonomik bakış açısında Muhafazakâr Parti’nin AB içinde kalma taraftarı ve ayrılık taraftarları görece aynı düzlemde kümelenirken, İşçi Partisi’nin AB yanlısı seçmeni sosyokültürel olarak daha özgürlükçü Yeşiller ve Liberal Demokratlar ile kümelenirken, daha çok mavi yakalı AB karşıtı seçmeninin sosyal özgürlükler konusunda daha sağda kalan sağ popülist seçmene yaklaştığını gösteriyor.[12] İşçi Partisi liderliği ise, bu iki kesimin koalisyonunu 2017 yılındaki seçimde yaratabildikleri ancak aynı başarıya Brexit üzerinden artan toplumsal kırılma sonucunda başarılı olamadıklarını vurguluyorlar. Hem sosyokültürel kümelenmeler hem de İşçi Partisi’nin ikinci bir AB referandumu vaat etmesi sebebiyle partiden kopuşlar İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in bahsettiği Brexit etkisini doğrular nitelikte. Ancak Brexit sebebiyle İşçi Partisi’nden Muhafazakâr Parti’ye geçişin sebebini %31 olarak gösteren aynı araştırma, ayrılan seçmenlerin %43’ünün ise Jeremy Corbyn ve liderlikten dolayı partiden uzaklaştıklarını aktarıyorlar. 

(Kaynak: https://medium.com/@steveoneil_5023/has-the-political-centre-disappeared-7706fa56686f)

7 ay önce başbakan olan Boris Johnson’ın -%11 onay oranlarıyla gittiği seçime İşçi Partisi lideri Corbyn -%50 oranıyla (%71 onaylamayan %21 onaylayan) tarihteki en düşük onaya sahip liderlerden biri olarak seçime gitmek zorunda kalmıştı.[13] Bunun sebebinin en başında merkez medyanın Johnson’a büyük bir destek vermesine karşın Corbyn’i neredeyse şeytanlaştırması ve Corbyn’nin seçilmesi halinde ülkenin siyasal ve ekonomik bir kriz ile karşı karşıya kalacağı korkusunu yaymasıydı. Kuzey İrlanda iç savaşı esnasında barış yanlısı bir tavır alan ve barışın sağlanması için taraflarla müzakere yapılmasını teşvik eden Corbyn’e zamanındaki bakışı için terörist imaları yapılırken, iktidara gelmesi durumunda İskoç Ulusal Partisi’ne İskoç bağımsızlığı için yeşil ışıl yakarak Britanya’nın birliğini tehlikeye atacağı yorumları yapılıyordu. Johnson’u destekleyen medya dışında İşçi Partisi içi muhalefet de dahil olmak üzere, Corbyn’in ekonomik paylaşımcı politikalarını destekleyenlerin pejoratif bir şekilde “Corbynista” olarak anılması da halk nezdinde İşçi Partisi’nin liderinin onay oranının düşmesinde etkili oldu. Bununla beraber, kimi İşçi Partililer, Kraliçe Elizabeth önünde diz çökmeyi reddeden ve milliyetçi bir söylem geliştirmeyen Corbyn’in özelikle yaşlı seçmende negatif etki yaptığını iddia ettiler.

Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi liderliğinin, bu son seçim dönemi de dahil olmak üzere, eleştirildiği ve suçlandığı en büyük konu parti içerisinde antisemitizme göz yumulduğu ve gereken önlemlerin alınmadığıydı. İsrail’in Filistin devletine karşı politikalarını açıkça eleştiren Corbyn’in ve taraftarları ise antisemitizm ile antisiyonizmin birbiri ile karıştırılmaması gerektiğini uzun süredir vurguluyor. Antisemitizm ile birlikte her türlü ırkçılığı ve ayrımcılığı defalarca kamuoyu karşısında lanetleyen Jeremy Corbyn’e eleştirileri en çok yöneltenler ise İşçi Partisi’nde eskiden görev almış ya da hâlâ parti-içi muhalefette kendini tanımlayan politikacılar. Bu kişilerin iddiası, İşçi Partisi liderliğinin antisemitizm konusunda yeterli önlem almadığı ve partideki soruşturmaları engellediği yönünde. İsrail devleti politikaları karşıtlığı dışında, Jeremy Corbyn’in parti içerisinde yaşanan antisemitizm olayları için özür dilemesine karşın hem partici hem de partiler arası olan tartışmanın İşçi Partisi’nin medya ve halk nezdindeki güvenilirliğini de sarsıcı bir etki yarattığı söylenebilir.

Seçim sonuçlarından hemen sonra İşçi Partisi’nin mağlubiyet gerekçesinin en temel sebebinin İşçi Partisi’nin savunduğu “radikal” sol politikalar olduğu partinin üçüncü yolcu eski lideri Tony Blair’in de içinde olduğu geniş bir kitle tarafından öne çıkarılıyor. Ancak burada unutulmaması gereken nokta, İşçi Partisi’nin hemen aynı iktisat politikaları ile yola çıkarak 2017 seçimlerinde %40 oya ulaşarak Jeremy Corbyn’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İşçi Parti’sinin oyunu en çok artıran lideri olması.[14] Bununla beraber, Corbyn’in aksine ekonomik anlamda daha merkez politikalar izleyen ve öneren İşçi Partili liderlerden Gordon Brown ve Ed Miliband’in 2010 ve 2015 yılındaki genel seçim mağlubiyetleri[15] de bu önermenin doğruluğunu sorgular nitelikte. Seçim sonrası yapılan anketlerde de, seçmenlerin sadece %12’si İşçi Partisi’ne oy vermeme gerekçelerini partinin sürdürdüğü iktisat politikaları olarak belirtiyor.[16] Bununla beraber, Corbyn liderliğindeki iktisat politikalarının hangi açıdan radikal bulunduğu ve nitelendiği de önemli bir sorun teşkil ediyor: Sadece en yüksek %5 gelir grubunda -aylık geliri Birleşik Krallık’taki asgari ücretin beş katından daha fazla olan kişiler- vergilerin artırılmasını öneren, sağlık bütçesini ve asgari ücretleri artırmayı planlayan ve kemer sıkma politikalarına karşı kamusal kurumları desteklemeyi amaçlayan bir iktisat politikasının[17] kendisini sol/sosyal demokrat çizgide konumlayan bir parti için oldukça olağan politikalar olduğu belirtilebilir. Buradan hareketle, sol/sosyal demokrat partilerin, tarihsel olarak geleneksel denebilecek önerilerinin “radikal” olarak değerlendirilmesi, iktisadi öneriler karşısında neoliberal bir bakışın ne kadar güçlendiğini gösteriyor.

Seçimden hemen sonra ülkemiz gündemi da dahil olmak üzere, Jeremy Corbyn’in ve İşçi Partisi’nin “sol popülist” olarak nitelenip nitelenemeyeceği ve sol popülist bir politika izlemenin seçimleri kazanıp kazanamamakla bir ilgisi olup olmadığı tartışıldı. Bu tartışmanın ve kafa karışıklığının temel sebeplerinden biri politik teoride daha çok Laclau ve Mouffe tarafından tartışılan (sol) popülizm tanımı ile karşılaştırmalı siyaset alanında Mudde ve Kaltwasser gibi akademisyenlerin kullandığı popülizm tanımının birbiri ile aynı anlama gelmemesi olduğu söylenebilir. Konsensüs ve ortaklık yaratmayı prensip edinen bir anlayışın aksine, siyasetin kendisini taraftalar arası karşıtlıkların vurgulanması üzerine teorisini tanımlayan Mouffe, 2018 yılında yayımladığı Sol Popülizm adlı kitabında parlamenter liberal sistemin daha demokratikleştirilebilmesi için yapılacak olan neoliberalizm karşıtı ekonomik ve sosyal politikaların savunulmasını sol popülizm içerisinde değerlendiriyor.[18] Tony Blair’in 1997-2007 yılları arasında uyguladığı piyasa yanlısı üçüncü yol bakışını doğrudan eleştiren Mouffe, Corbyn’e  ve Corbyn destekçisi taban örgütü Momentum’a atıf vererek de tartıştığı sol popülizm tanımında ekonomik/kültürel/sosyal anlamda ezilen ve baskılanan grupların siyasal olarak ön plana çıkması ve taleplerinin en yüksek yerden seslendirilmesi olarak görüyor. Mouffe’un aksine, popülizmi zayıf merkezli bir ideoloji olarak gören ve temel yapıtaşları yerlilik, milliyetçilik ve otoriterlik olan Mudde’nin popülizm tanımı[19] liberal demokratik bir sistemle kurduğu ilişki açısında sorunlu ve tehlikeli olarak açıklanıyor.[20] Karşılaştırmalı siyaset literatüründe, sol popülizm daha çok demokratik seçimlerle iktidara gelen ancak yönetimleri süresince yasama ve yargı gibi organların güçlerini azaltarak ülkede demokratik erozyona yol açan ve daha çok Latin Amerika odaklı olup[21] günümüzde içlerinde Chavez, Maduro ve Morales gibi liderlerin bulunduğu bir ideolojiye işaret ediyor. Tony Blair’in piyasa yanlısı tüm politikalarını açık bir şekilde reddeden ve yerine kamuculuğun ve vergi adaleti üzerinden paylaşımcı politikaları önceleyeceğini açıklayan İşçi Partisi’nin 2019 vizyonunun Mouffe’un politik teori üzerinden tanımladığı sol popülizm tanımı içerisinde uyumlu olduğu söylenebilir. Bunun yanında, Mudde’nin kullandığı bir bakışla Jeremy Corbyn’in sol popülist olarak tanımlanması oldukça sıkıntılı: Herhangi bir yerlilik ve milliyetçilik iddiasının olmaması ile birlikte, İngiliz siyasetinin geleneklerine de uyarak, seçim mağlubiyetinden hemen sonra istifa edeceğini açıklayan Jeremy Corbyn’in Mudde’nin temel tanımları içerisinde yer almadığı aşikâr. Bu konuda birçok popülist partinin AB konusunda şüpheci ve AB karşıtı politikasının aksine 2016 yılında Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin, Muhafazakâr Parti’nin tarafsız bir tavır almasının yanında, referandumda AB yanlısı politika izlediğinin de altı çizilebilir. Karşılaştırmalı siyaset teorisinde ve politik teoride bahsedilen popülizm tanımında ortak olarak göze çarpan özelliklerinden biri ise popülist liderlerin “biz” ve “siz” ayrımı yaratarak, oluşturulan bu “biz” tanımının “yolsuz”, “adaletsiz” olan “müesses nizam” (“establishment”) ve “elit”lere karşı olarak konumlandırılması. Özellikle bu açıdan bakıldığında, Jeremy Corbyn ve İşçi Partisi’nin liderliğinin özellikle ekonomik bir açıdan “biz/siz” farklılıklarını gündeme getirdiği ve sağcı medyanın ve çeşitli şirketlerin İngiliz “müesses nizam”ının bir parçası olarak nitelenmesinin popülizm tanımı ile bir yakınlığı olduğu söylenebilir. Ancak daha önceki Birleşik Krallık seçimleri için yapılan gözlemlerde de belirtildiği gibi, sağda konumlanan partilerin İşçi Partisi ile karşılaştırıldığında popülist söylemden çok daha fazla faydalandığını belirtmek gerekir.

Yedi ay önce yapılan AB Parlamentosu seçimlerinde ülkesinde %30’dan fazla oy alarak birinci gelen ve sert Brexit (hard Brexit) taraftarı Brexit Partisi’nin genel seçimlere bir ay kala Muhafazakâr Parti’nin bir önceki seçimde kazandığı 317 bölgede aday göstermeyeceğini ve AB’den ayrılma yanlısı bloğu bölmemek için bu bölgelerde Muhafazakâr Parti’yi destekleme kararı almasının seçim sonuçlarında oldukça etkili olduğu düşünülüyor. Siyaset Bilimci Pippa Noris, geçmiş Birleşik Krallık seçimlerine dayalı hazırladığı analizinde, Brexit Partisi’nin seçim dönemindeki bu stratejik taktiği ve AB’de kalma/AB’den ayrılma konusundaki kutuplaştırıcı etkisinin Muhafazakâr Parti’nin Westminster’daki çoğunluğunu iki kantına çıkardığını belirtiyor.[22] Sağ popülist Brexit Partisi’nin lideri Nigel Farage, partisinin seçime katıldığı 275 bölgeden hiçbir yerde vekil çıkaramamasına rağmen partisinin Liberal Demokratları yok ederek ve İşçi Partisi’ni yaralayarak ikinci referandum olasılığını ve ülkenin AB’de kalma umudunu tamamen sonlandırıldığını açıkladı.[23]

2017 seçimlerinde Westminster’da 34 vekil ile temsil edilen İskoç Ulusal Partisi bu seçimlerde büyük bir başarı yakalayarak İskoçya’daki 59 bölgenin 48’inde birinci parti haline geldi. 2016 yılında AB referandumunda ağırlıklı çoğunluğu birlikte kalma taraftarı (%62,1) olması dolayısıyla referandum sonrası ikinci bir bağımsızlık referandumu gündemi oluşurken, İskoç Ulusal Partisi’nin 2019 seçimlerinde bu denli bir başarı yakalaması ellerini oldukça güçlendirmiş durumda. Ancak bağımsızlık konusunda, büyük bir çoğunluğa sahip olan Başbakan Johnson’ın ikinci bir referandumuna kesin bir dille karşı çıktığı ve İskoç Ulusal Partisi’nin 2010 yılında yakaladığı 56 vekillik başarısının altında kaldığını da eklemek gerekir. Bir diğer yandan, tedbir maddesi (backstop article) ve ülkeler arası sert sınırı ortandan kaldıran Hayırlı Cuma Anlaşması’nın (Good Friday Agreement) geleceğinin sorgulanması gölgesinde geçen Kuzey İrlanda’da tarihte ilk defa ayrılma taraftarı partiler, Britanya birliğini savunan partiler karşısında çoğunluğa ulaşmış oldu.[24] Hem Kuzey İrlanda’da hem de İskoçya’da bağımsızlığı savunan partilerin güç kazanması ve aynı zamanda bu ülkelerde hiç popüler olmayan AB’den ayrılma anlaşmasını savunan Johnson’un güçlü bir çoğunluğa ulaşması gelecek yıllarda bu ülkeler ve hükümet arasında ciddi politik/sosyal kırılmaların ve çatışmaların yaşanabileceğine dair bir gösterge olarak sayılabilir.

Seçimden bir sene önce büyük bir heyecan ile ilk kadın başkanını seçen Liberal Demokrat Parti, iktidara geldiğinde AB’de kalınacağı sözünü verip oylarını %4’ten daha fazla artırmasına karşın, başkanları Jo Swinson dahil olmak üzere parlamentoda vekil kaybı yaşadı ve büyük bir hezimete uğradılar. Seçim sonucunda bölgesini İskoç Ulusal Partisi’ne kaybettikten sonra parti liderliğinden de ayrılan Jo Swinson’un lideri olduğu Liberal Demokrat Parti, 2010-2015 yılları arasında David Cameron’un Muhafazakâr Parti’si ile koalisyonu döneminde seçim manifestosundaki üniversite ücretleri konusundaki sözünden döndüğü ve çevreci politikalar karşısında piyasa yanlısı tutum takınması sebebiyle özellikle gençler tarafından çok eleştirilmişti. 2017 sonrası hem Muhafazakâr Parti’den AB’den ayrılma taraftarı politikalarını hem de İşçi Partisi’nin AB politikasını ve antisemitizm konusundaki hatalarını gündeme getirerek Change UK partisini kuran, Liberal Demokratlara katılan veya bağımsız olarak seçimlere katılan tüm milletvekilleri ise sandalyelerini kaybettiler. Yerleşik partilerin neredeyse tüm Birleşik Krallık’ı domine etmesi sonucunda daha bir sene önce kurulan ve AB yanlısı merkez politikalar savunan Change UK ise partiyi kapatma kararı aldı.

Geçtiğimiz günlerde geri çekilme anlaşmasını 358 oyla geçirmeyi başaran Boris Johnson[25], AB’den ayrılma konusunda bir zafer kazanmış olsa da, AB ile çekilme sonrası ticaret ve diğer anlaşmaların belirlenmesi için yıllar sürebilecek bir döneme girmiş bulunuyor. Bununla beraber, daha hükümetinin ilk haftasında sosyal harcama planlarında sözünde durmayan Johnson’un beş senelik olası iktidarının neler getireceğini ve AB ile nasıl bir siyasal/ekonomik dengenin sağlanacağı da hâlâ belirsizliğini koruyor.



[1] https://teyit.org/birlesik-krallikta-muhafazakar-parti-twitter-hesabini-teyit-platformu-gibi-gostererek-secmenleri-yaniltti/

[2] Bahsedilen aynı teyit organizasyonu İşçi Partisi’nin reklamlarında %7 oranında yanlış ya da yanıltıcı bilgiler paylaştığını aktardı (https://www.bbc.com/news/technology-50726500).

[3] Yüzölçümü olarak birbirine eş olmayan bu bölgelerde, nüfus eşitliği baz alınmaya çalışılsa da bölgeler arasında nüfus farklıkları 50 bin ile 80 bin arasında değişiklik gösteriyor.

[15] Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin son seçimde elde ettiği %32.1 oy karşısında diğer liderlerin aldığı oy sırasıyla %29.0 ve %30.4

[16] https://www.politicshome.com/news/uk/political-parties/labour-party/jeremy-corbyn/news/108557/voters-ditched-labour-over-jeremy

[17] İşçi Partisi manifestosundaki diğer öneriler için: https://www.bbc.com/news/election-2019-50501411

[18] Mouffe, C. (2018). For a Left Populism. Verso Books [Türkçesi: Sol Popülizm, çev. Aybars Yanık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019].

[19] Mudde yerlilik, milliyetçilik ve otoriterlik kavramlarını daha çok sağ popülizmi tanımlamak için kullansa da, çeşitli yazılarında bu politikaların sol popülizm içinde de görüldüğünü belirtir ve genel bir popülizm tanımı yaparken de bu kavramlardan yararlanır.

[20] Mudde, C. (2004). “The Populist Zeitgeist”, Government and Opposition39(4), s. 541-563.

[21] Levitsky, S., & Loxton, J. (2013). “Populism and Competitive Authoritarianism in the Andes”, Democratization20(1), s. 107-136.

[24] İrlanda ile birleşme taraftarı partiler 18 vekilden 9 ile temsil edilirken, Britanya yanlısı partiler 8 vekilde kaldı.