Beş Kulaç Dip

“Yas, bir sevgi hikâyesidir.” Joseph Luzzi’nin şahsi trajedisine Dante yardımıyla baktığı In a Dark Wood bu sözle açılır. Gökyüzünü ve yıldızları hareket ettiren sevgi. Dolce Stil Novo’nun şairleri sevginin acıyla ayrılmazlığını fark etmişlerdi. Sevgi, fiziksel bir ifade bulmalıdır, ve sevginin fiziksellikle kendini ifade etme gerekliliği gibi, acı da fiziksel dışavurumlara sahiptir. Sospiri, dolente, paura. Floransa’dan sürgün edilen Dante, başka şehirlerde yediği ekmeğin tuzluluğundan söz eder. Oğlu Hector gözleri önünde katledilen Troya Kralı Priam çamur içinde yuvarlanır, sakalına inek dışkısı sürer. Francesca da Rimini ve sevgilisi Paolo tutkuyla birliktedirler, ve asla ayrılmayacaklardır. Fakat Yeraltındaki gölgelerin fiziksel bir cismi yoktur. Dokunmamak, temas edememek, cevap bulamamak: Onlar için cehennem budur, ağlayan güvercinler gibi sonsuza süzülmek. Aeneas, Kraliçe Dido’yu siyaset adına terk eder. Kraliçesi olmayan Kartaca söner, çözülür, ve yıkılır. Francesca ve Paolo, sevgileri için yeraltına mahkûmdurlar. Aeneas, Roma’yı sevgiye tercih eder. Yeraltı Dünyasında tekrar karşılaştıklarında Aeneas suçu başkasına atar. “Pallas Athena, böyle istedi…” Cehennemde insanlar daima kendi seslerini duymak isterler. Cehennemde herkes bir başkasını suçlar. Dante’nin çoğu okuyucusu cehennem ateşine hayranlıkla bakmaktan Paradiso’nun ışığına gözlerini alıştıramaz. Yine de, sevginin ne olduğu sorusuna Yeraltı’nın elektrik havasından çıkınca, hava tekrar nefes alınabilir hale geldiğinde bir cevap bulabilir Dante. 

Yeraltı’nın zorluğu aranan ruhun artık canlı bir derisi, bir yüzü olmadığını kabul etmektir. Katı cismi olmayan bir gölgedir artık. Ölümün zalim ironisi, yuvasından çıkmış hatıralar ve ağırlığını yitirmiş ruhlar arasında gezinirken metanet için duyulan çaresizlikte yıldırım gibi çakar. Joan Didion, bu ruh haline “sihirli düşünme” der. Özlenen kişinin her an geri gelebileceğine dair serinkanlı bir çılgınlık. Ölüm ilanlarını okuyamamak, eski kıyafetleri, ayakkabıları satamamak. Ya geri gelirse? Euripides’in Alcestis oyununda Kral Admetus’a ömründen daha uzun yaşam hakkı tanınır. Bir şartla. Admetus, ölüm onu almaya geldiğinde yerine geçecek birini bulmalıdır. Uzun süre kimseyi bulamaz. Arkadaşları ve ebeveynleri teklifini reddederler. Genç eşi Kraliçe Alcestis gönüllü olur. Acılı bir sürecin ardından ruhları yeraltına taşıyan Charon Alcestis’i almaya gelir. Admetus kahrolur. Antik oyunlara özgü birtakım tuhaflıkla Alcestis hayata döner. Heracles, arkadaşı Admetus’a borcunu ödemek için Ölüm’le dövüşmüş ve Alcestis’i geri getirmiştir. Sadece, Yeraltı Tanrılarının etkisinden kurtulduğu üçüncü günün şafağına kadar konuşamaz. Genç kral, kraliçesine kavuşur, oyun mutlu biter. Didion, Alcestis’in geçici sessizliğinde bu mutluluğu rahatsız eden sorular görür: “Geri gelseler, onlarla konuşabilir miydik, onların ölümüne izin veren bizler?” Günışığına izin vermemek için her şeyi yaptığımızı, o güce sahip olmadığımızı söyler. Biz buna inanabiliriz. Nostra vanitate. Peki ya onlar da inanır mı? Traddanto lombre come cosa salda.[1]

Luzzi’yse başka bir “sihirli düşünme”den söz eder. Dünyanın acıyla başlayıp acıyla bittiği fikrinin kaçınılmazlığı. Bir patlama değil, hafif bir inilti. Acının hayal gücünü boğarcasına sıkması, eve dönen Ulysses gibi, başka bir hayatı hayal etmenin güçlüğü, eskiye dönmenin imkânsızlığı. Dante “bana zihnimde konuşan sevgi” der. Amor che ne la mente mi ragiona. Sevgi fiziksellikten koptuğunda hatıralardan başka gidecek bir yeri kalmaz. Hafızanın döngüsünde konuşan biri yoktur. Kendine acıma duygusunun baskınlığı ve geçmişi diriltme uğraşı zihne bu hapsoluşta saklı olsa gerek. Yeraltında yürüyen kişi özgür iradesini kaybetmiş gibi hisseder. Fortuna, kurnaz Ulysses’e yaptığı gibi dalgaları üstünüze devirmiştir ve mürettabatınız fırtınada kayboluşunu izlerken gözleriniz bağlı, aklınız donuktur. Vergilius, Dante’yi Eden’in kapılarına bıraktığında ona en büyük armağanı, le miglior don, özgür iradedir: Ayakları üzerine basıp yeniden sevmeyi öğrenmek, kendine acıma duygusu karşısında özgürlüğü tatmaktır. Özgürlüğün tadı tuzlu da olsa.

“Yemeğe oturursunuz ve bir bakmışsınız bildiğiniz haliyle hayat sona ermiş. Kendine acıma meselesi.” Didion bu sözleri bir mantra gibi tekrar eder kendine. Eşinin hayatının sona erişinden söz eder, eşiyle olan hayatının sona erişini vurgular. Kendine acıma, kaygılandığımız, korktuğumuz, içinde bulunduğumuz… “Bildiğiniz haliyle hayat”a ayak uyduramama, doğal olmayan, başarısızlık. Phillipe Ariés, Western Attitudes Towards Death çalışmasında kendine acıma duygusunun ölüme modern yaklaşımların bir sonucu olduğunu önerir. “Bir tek kişi ortadan kaybolur ve dünya önemini yitirir.” Klasik bir tanım. “Fakat bunu yüksek sesle söylemeye kimsenin hakkı yoktur.” Daha ilginç. Konuşamamak, kendine-bakan derinlik içinde daha derinde kaybolmak. Nasıl da göremedim, ne kadar bencilim. Alçak ve köylü kölenin tekiyim. Kendine acımadan bahsederken kullandığımız dilin kendisi onu yaşarken hissettiğimiz derin huzursuzluğa ihanet eder. “Zavallı ben.” Çamurda yuvarlanan şımarık serzenişler. Git ve başparmağını em. “Kendine acıyan bir kuş görmedim,” diyen D. H. Lawrence, “küçük bir kuş donmuş bir daldan düşüp ölür, kendine hiç acımadan”. Peki çiftinin ölümü ardından yemek yemeyen yunuslar? diye sorar Didion; ya çifti kaybolunca yolunu kaybedip ölene kadar onu arayan kazlar? Geriye bağlantılar kalır; görüp de haber vermek istediğiniz şeyler. Cevap verecek biri olmadığını fark etmek, başarısızlık... Kendi kendine konuşma... Amor che ne la mente mi ragiona. Dilimi suçluyorum ve zayıf aklımı, çünkü o sevgiyi sözcüklere sığdıramıyor.

Didion, kendine acıma meselesini öne sürer; detaylandırmak ve tarif etmekten kaçınır. Hem bir his, hem de o his üzerine verilmiş ahlâki bir yargıdır. Kendi hislerimden şüphe edebilir miyim? Duygusallık tatmin edicidir, çünkü duyguları kullanarak başka duyguları meneder. “Durdurun saatleri, telefon hatlarını kesin.” W. H. Auden’ın acıklı “Funeral Blues” şiiri duygusallığın megalomanisini serer. “Toplayıp rafa kaldırın Ay’ı, ve Güneş’i sökün.” Doğa cazibesini kaybeder, kartondan bir sete dönüşür. “Funeral Blues” şiirlerin farklı bağlamlarda anlamlarının nasıl değiştiğine iyi bir örnektir. Dört Nikah ve Bir Cenaze’de okunuşunun ardından ölüm acısının evrensel bir ifadesi olarak kabul edilen şiir ilk olarak Auden’ın The Ascent of F6 isimli oyununda ortaya çıkar ve satirik bir siyasi liderin ölümü ardından okunur, resmî merasimde duyulan seremonyal acıyı tiye alır. Şiir iki bağlamda da gücünü korur, çünkü sevilen kişinin kaybı ardından yaşanılan acıda siyasetçinin görkemli gömülüşünü andıran bir yan vardır. Dünyanın anlamını yitirişi, neşenin yokluğu, algılanabilir tek gerçeğin acı ve kayıp oluşu: Ich habe verloren, was meines Lebens einzige Wonne war, die heilige belebende Kraft, mit der ich Welten um mich schuf.[2] Kendine acımanın dayanılmaz tiyatrosu duygusal bir diktatörlük gibidir. Mutluluk, kaybettiğiniz kişiye bir ihanet hissi yaratır, pişmanlıksa diğer hisleri kış gibi örter. Halbuki pişmanlık bir maskedir, yapmak zorunda olduğumuz şeyler ve gerçek arzularımız arasında bir uzlaşı arayan bencilliğimizi gizler.

Ariés, ölümün zaman boyunca değişen yerinden söz eder. Bir ev odasında aile karşısında beklenen ölüm hastane koridorlarına taşınır. Belgelerin çirkin kesinliği öfkeyi sessiz kılar. Şahsi deneyim resmiyetin ağırlığında önemsizleşir. Ölüm olağanlığını yitirir, doktor ve ilaçların kabiliyetsizliğinin bir ürünü olur. “Bu bir zaman meselesi, beklemekten başka çare yok.” Git ve zamana sor. Rembrandt’in eskizlerinden biri ölüm döşeğindeki bir kadını gösterir. Bir beklenti ânı. Bir çocuk masumiyetiyle uzanmış kadının yastığa bakan sol gözü kapanmak üzereyken, sağ gözü dosdoğru ressama bakar. Hayatı ve kayboluşu üzerine düşünen bu kadının etrafını türlü vinyetler süsler. Yeni doğan bir bebek, yaşlı bir çift, gezintiye çıkar gibi giyinmiş başkaları. Hatıra mıdır bunlar, ziyaretçi mi? Kusurlu tasarımda zamanın buyruğuna direnen bir yanı var eskizin; son sözü söylemeyi reddedişi kendine dönük bir şüpheciliği çağrıştırır; aylık faturalarını ödemesi gereken Flaman ressamın son anlarını yaşayan kadından farklı bir zaman algısıyla yaşadığını. Kusurlu eskiz ölümü zamansallığa yerleştirmenin güçlüğü kadar yaşayanların algısındaki kusuru da yansıtır. Ağabeyinin Troya’da ölümü ardından yazdığı şiirde Catullus “Sessiz küllerin karşısında aptalca dizeler,” der. “Sana sunduğum kusurlu armağanlar.” Bitmemişlik, non finito. Geri dönüp basamaklardan çıkmak gerekir yine de. In perpetuum, ave atque vale.


Kaynaklar

Ariés, Phillipe, Western Attitudes Towards Death: From the Middle Ages to the Present, çev. Patricia M. Baum (Londra: Marion Boyars, 1976).

Auden, W. H., “Funeral Blues”, Collected Poems, ed. Edward Mendelson (Londra: Faber & Faber, 2007).

Didion, Joan, The Year of Magical Thinking (New York: Vintage Books, 2006).

Luzzi, Joseph, In a Dark Wood: What Dante Taught Me About Grief, Healing, and the Mysteries of Love (Londra: Harper Collins, 2015).

Lombardi, Elena, The Wings of the Doves: Love and Desire in Dante and Medieval Culture, (Montreal: McGill Queens University Press, 2012).

Nelson, Deborah, Tough Enough: Arbus, Arendt, Didion, McCarthy, Sontag, Weil (Chicago ve Londra: University of Chicago Press, 2017).

Rembrandt, Sheet of Studies with a Woman Lying Ill in Bed, etc. ca. 1641/42, Museum of Modern Arts, New York.



[1] “Kibrimiz … gölgelere katı cisimlermiş gibi davranmak.” Dante, Purgatorio, xxi, 133-6.

[2] “Hayatımın tek neşesini, çevreme dünyalar ördüğüm hayat veren o kutsal gücü kaybettim.” Johann Wolfgang von Goethe, Leiden des jungen Werther (Genç Werther’in Acıları), Goethes Werke, ed. Erich Trunz, 6. cilt (Hamburg: Christian Wegner Verlag, 1965), s. 84-85.