"Oy"alanmanın Ötesi
Ömer Laçiner

Günümüzde “demokrat”lık, “gelişmiş”lik ve “saygın”lık iddiası olan tüm toplumlarda, aynı kurallar (yaş vs. gibi) dahilinde eğitim, servet, cinsiyet, ırk ve mezhep farkı gözetilmeksizin “herkesin eşit bir oy hakkı” olması tartışılmaz bir norm addediliyor. Ama yine bilinmektedir ki; en “gelişmiş” ve demokrat addedilen ülkelerde bile, bu normun bu haliyle geçerli olabilmesi için ilk öne sürüldüğü tarihten itibaren neredeyse iki yüz yıl mücadele etmek gerekmiş ve pek az istisna dışında bu norm ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra çok büyük ölçüde geçerli hale gelebilmiştir.

Sözünü etmek, üzerinde düşünmek istediğimiz nokta, o normu başlangıcından beri öne süren, savunan ve mücadelesini yapanlar ile ona esastan karşı çıkmakla başlayıp kısmî kabullenmeler sonucunda nihayet benimseme noktasına gelenlerin günümüzde aynı norm karşısındaki durumlarıdır.

Kolayca anlaşılacağı üzre, yukarıda özetlenen iki tutum modern çağlar siyasetinin iki ana damarına sol ve sağ siyasetlerin geleneksel mecralarının genel tutumuna ilişkindir. Söz konusu “herkese eşit bir oy” ilkesini, normunu sol, sağın direncine karşı mücadele ederek savunmuş ve nihayet kabul ettirmiştir.

Ancak, önemle dikkate alınmalıdır ki, sağ siyasetin bu kabullenişi, normun esasına dair temel iddiasını, tezini geri çekmesi, geçersiz addetmesi nedeniyle olmamıştır. Tam aksine “herkesin bir oyu” ilkesinin pratikte kendi lehine işleyeceğinden, işlediğinden emin hale gelmesinden veya en azından solun bu ilke ile amaçladığı şeyin gerçekleşemeyeceğinden emin olmasından ötürüdür bu kabullenme.

Yanıldığı da söylenemez. Nitekim bu normun genel geçer olduğu yirminci yüzyıl ortasından günümüze kadarki süreçte, söz konusu normun kapsadığı toplumsal kesimlerin oyunun giderek daha fazlalaşan bir oranda sağ partilere yöneldiği bir trend, hemen tüm ülkelerde izlenebilir. Sol partiler temel iddialarından uzaklaştıkları, hatta vazgeçtikleri oranda geçici başarılar elde edebiliyorlar artık. Bu “başarı”ları da alt-en alt toplumsal kesimleri solun temelindeki amaç/emeller doğrultusunda yeniden toparlamayı becermelerinden ötürü değil; Güney Amerika’da olduğu gibi popülizme uygun konjonktürlerden yararlanarak ya da Avrupa’da olduğu gibi sağ iktidarların başarısızlığı karşısında “daha iyi yönetme” iddiasını orta sınıfların bir bölümüne kabul ettirebilmeleri sayesinde sağlayabiliyorlar. Bunun da ötesinde, asıl düşündürücü olarak sol partiler, eşit oy hakları için on yıllarca tek başlarına mücadele ettikleri o alt ve en alt kesimin oylarını, çoğu yerde “ılımlı sağ” partilere değil “aşırı sağ” kategorisine giren ırkçı, “dinci” akımlara kaybediyorlar. Aşağı yukarı 1980’lerden beri pek çok ülkede bilhassa göze çarpan bir olgu bu. Bir başka açıdan aynı olguyu şöyle de tanımlayabiliriz: Sol, varoluş amacının “özne” mesabesindeki alt-en alt kesimlerin (proletaryanın) oylarını kaybeder ve bu gidişatı önleyemezken, orta sınıfın belli bölümlerinden daha istikrarlı biçimde oy kazanarak bu kaybını belli bir oranda telafi ediyorsa da, oy oranı kümülatif olarak gerilemektedir.

Bu bakımdan eğer sırf oy hesabı açısından bakılacak olursa, “oy hakkı”nın belli kıstaslar (öğrenim düzeyi ve hatta gelir düzeyi) konularak dağıtılması mevcut solun pekâlâ işine gelir. Türkiye de dahil pek çok ülkede eğitim ve gelir düzeyi ile orta ve üst kategoride addedilenlerde solun destek/taraftar oranının ülke ortalamasının hayli üzerinde oluşu bunun göstergesidir.

Oysa bilindiği üzre, “herkes için eşit oy hakkı” için mücadele edildiği, günümüz sağ parti ve akımlarının tümünün de buna karşı çıkıp, oy hakkının belli kıstaslar dahilinde tanınabilmesinde ısrarlı olduğu 19. yüzyıl sonlarına kadar durum tam tersine idi. Nitekim, Engels, 1890’larda hâlâ birtakım kısıtlamalar olmakla birlikte, bu hak sayesinde işçi sınıfının, sosyalizm hareketinin amaçlarını gerçekleştirecek noktaya gelebileceğini öne sürecek kadar iyimserdi. Bugün ise aynı iyimserlikte bir solcu/sosyalist herhalde yoktur.

Şüphesiz oy hesabı açısından bakıldığında vaziyet bu olmakla birlikte; sol kavramını ciddiye alan, bunun içerimlerine belli bir ölçüde de olsa inanan hiç kimse “herkese eşit oy hakkı ilkesi”nin, bu normun “revize edilmesini” savunamaz.

Çünkü sol, herhangi bir dönemin, çağın somut olarak tesbit edilebilir farklılıkları, özellikleri bağlamında değil; insanlık durumunun belirli (eşitliğin gelişip derinleşmesi ekseninde) bir kavranılışı, bu yönde tarihsel bir arayış ve mücadele mecrası olarak anlaşılıyorsa; daha doğrusu anlaşılması gerekiyor ise, bu kavranılışın temelinde ancak ve sadece insanların –türsel farklılıklarını, biricikliklerini oluşturan– yapıcı, yaratıcı niteliklerinin tüm bireylerde kapasite olarak eşit olduğu varsayımı yer alabilir. Ve ancak bu varsayım üzerinden kendi içinde tutarlı bir düşünsel ve davranışsal perspektif kurabilir.

O nedenle de sol herhangi bir insanın veya kesimin, topluluğun “diğerlerinden daha az veya fazla eşit” olduğunun tartışılmasını bile abes sayar. Şüphesiz bu ilkesel/değersel tutum, mevcut durum(lar) ve çağların somutluğundaki gayet bariz eşitsizlik gerçek(liği)ni görmeyi reddetmek değildir. Tam aksine bunları başkalarından etraflı olarak görmeyi gerektirir ve bu sayede aşılabilir nedenlerine dönük mücadelenin ve aşabilme imkânları yaratma çabasının sürekli yenilenebileceğini esas alır, almalıdır.

O nedenle eşit oy hakkı, her ne kadar mevcut durumda solun vaktiyle “hayal ettiği” sonuçların neredeyse aksine sonuçlar veriyor olsa da, sol perspektif açısından tarihsel bir kazanımdır, bir eşiğin atlanmasıdır. Vaktiyle Engels gibi ondan adeta bir “kurtuluş aracı” imişçesine söz etmek fazlasıyla abartma sayılsa da, eşit oy ilkesini savunmanın az önce sözünü ettiğimiz yapıcı yaratıcı kapasite eşitliği varsayımına dayandığı unutulmamalıdır. Aksine yeniden hatırlanmalı ve eşit oyun o varsayımın şeklî bir gereği, bir “dolayım” olduğu, o nedenle de içeriği canlandıramamasına hayıflanmayı bırakıp; “kapasite”nin bu kez doğrudan canlandırılmasının yol ve imkânlarını düşünmeye, araştırmaya yönelinmelidir.