Bireysel Karakter ve Toplum
Murat Belge

“Tarihte bireyselliğin rolü” konusu tarihçiler arasında veya meslekten “tarihçi” olmayıp ilgi alanı tarihle kesişen çok sayıda düşünür arasında sık sık tartışılmış bir konudur. Marksizm’in temel direği tarihî maddecilik olduğu için, Marksizm’in de yeniden ve yeniden dönüp tartıştığı bir sorundur. Plekhanov’un uzun makalesi bu tartışmanın klasiklerinden biridir, ama bir Marksist olarak Lukacs üstüne konuşurken olsun, yapısalcılıkla (ya da Althusser’in “yapı” kavramıyla) Marksizm’in ilişkisini gözden geçirirken olsun, farklı kavramlarla ya da farklılaşan sorunsallar içinde, gene bu konuyu bir yerlerinden didikliyoruzdur.

Ben bu konuda (en genel söyleyişiyle) “maddî koşullar”a öncelik tanımaktan yanayım. Ama bunu, “bireyselliğin rolü”nü büsbütün reddetme noktasına getirmeye de aklım yatmıyor. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın başında Mustafa Kemal’in bulunması ile Kâzım Karabekir gibi, Ali Fuat Paşa gibi birinin bulunması o savaşın sonuçlarında hafife alınamayacak farklılaşmalar yaratacaktır. Birleşik Krallık, İkinci Dünya Savaşı’na Churchill değil de Chamberlain önderliğinde girseydi ne olurdu?

İlle “savaş”tan gitmeyelim: Martin Luther’in sonunda Protestanlık gibi çok farklı bir Hıristiyanlık anlayışında doruğa varan mücadelesinde Luther’in inatçı kişiliğinin rolü yok mu?

Bence bunların hepsi var. Ama, örneğin ilk sorumdan başlayalım: Kurtuluş Savaşı’na damgasını vuran kişiliğin Karabekir’inki değil de Mustafa Kemal’inki olmasında genel maddî koşulların rolü ne?

Sanırım tarihî ve maddî determinizm pek çok durumda böyle dolaylı bir yoldan işliyor.

Dedikten sonra “sadede” geleyim.

Özellikle Gezi olaylarıyla biçimlenmiş bir siyaset ortamına girdik: Gezi, derken Aralık olayları, derken Cumhurbaşkanlığı, seçimler v.b., bu dönemin sahneyi kimseye bırakmayan aktörü Tayyip Erdoğan. Ben de, pek kısa sayılmayacak hayatımda, bir kişiliğin siyaseti böylesine belirlediği ve çerçevelediği bir dönem görmemiştim.

Erdoğan kendisi de bunun farkında olduğu ve bunu sonuna kadar zorladığı izlenimini veriyor.

Neden?

Bunun basit, tek bir çizgiye ya da karakter özelliğine bağlı bir cevabı olmadığı kanısındayım.

Amerika’nın keşfinden yargıçların vatan hainliğine (“Galataport” vesilesiyle) ve oradan kadınların eşitsizliğinden esnafın polisliğine, şu günlerde söylediği şeyler hep provokatif ve provokatif olduğunu da en iyi Erdoğan kendisi biliyor olmalı. Ancak, “provokatif” olması Erdoğan’ın bunlara inanmadığı anlamına gelmiyor. Bunlar –ve başkaları– onun başından beri inandığı ama siyasî mülahazalarla en azından şimdilik söylemekten imtina ettiği şeyler olmalı. Olayların akışı Erdoğan’ın o “mülahazalar”dan vazgeçmesine yol açtı. Şimdi, içinde birikmiş bir yığın şeyi artık söylemesine engel kalmamış bir kişinin rahatlama duygusuyla bunları ortaya döküyor.

Ama döktüğü bu şeylerin alıcısı da var: o alıcılar bunların hepsini anında toplayıp ceplerine dolduruyorlar. Bu şekilde “bireysel” olanın, öyle görünenin, o kadar da bireysel olmadığını anlıyoruz.

Tayyip Erdoğan’ın, en azından 17 Aralık’tan bu yana, her şeyden önce, iktidarını koruma mücadelesi içinde varolduğu ve davranışlarını her şeyden önce bu kaygının biçimlendirdiği kanısındayım.

Kaygının hemen yanıbaşında ise, şimdiye kadar geçirdiği bir yığın badireden, deyim yerindeyse “dört ayağı üstüne düşerek” çıkmış olmanın kazandırdığı o güven duygusu olsa gerek. Ona göre çok daha sağlam bir kültürü olan Adnan Menderes, düşen uçaktan sağ çıkıp onu sevenlerce evliya gibi karşılandığında, bunun etkisinden pek sıyrılamamıştı. Erdoğan’ın da kendinde benzer bir “keramet” görmeye başlaması, başka türlü açıklaması zor birtakım davranışlarının içsel mantığını kuruyor olabilir. İlginç, ama aynı zamanda tehlikeli bir karışım bu: korku ve güven karışımı.

Tayyip Erdoğan’ın zihin dünyasında en güvenli örgüt, sanırım, “dinî” bir otoriteyi de temsil eden bir öndere kayıtsız şartsız bağlı, oldukça amorf bir kitlenin içinden çıkacak bir “milis” – hani var ya tarihte, kahverengi gömlekli Almanlar, siyah gömlekli İtalyanlar ya da mavi gömlekli Romenler. Erdoğan da şöyle yeşil renkli bir milisle çok rahat edebilir. Bu, Tayyip Erdoğan’ın kişiliğine bağlanacak bir şey; gelgelelim, o kişiliğe cevap veren bir nesnel politik-ideolojik yapılanma da var.

Şimdiye kadar AKP’ye oy vermiş kişilerin hepsinin Tayyip Erdoğan’ın özellikle Gezi direnişinden bu yana uyguladığı siyaseti onayladığı kanısında değilim. Ama bunları onaylayan, daha radikal bir kişisel diktayı da onaylamaya hazır bir çekirdek olduğunu sanıyorum. Erdoğan’ın istediği “milis”i çıkaracak olan kesim de bu. Tayyip Erdoğan ve AKP ile “iktidar” denen yerin çok uzaklarında yaşayagelmiş bir kesim iktidar pozisyonlarını eline geçirdi; bundan çok mutlu oldu; vazgeçmeye de hiç niyeti yok. Bir yanda da, günlük geçinme gailesinde bu iktidarın eline bakan sayıca hiç azımsanmayacak bir kitle var. Bunlar bir arada, Tayyip Erdoğan’ın bireysel karakterinin toplumdaki nesnel karşılığını oluşturuyor. Dolayısıyla bir kişilikle birtakım maddi koşulların tam bir uyum gösterdiği ilginç bir konjonktürde yaşıyoruz.