Geçmişin Hayaletleri
Erdoğan Özmen

Hepimizi ısrarla geçmişe çağıran, bütün toplumu geçmişin meseleleri ve meşguliyetleriyle  nefessiz bırakma niyetinden asla vazgeçmeyeceğini her seferinde kafamıza kakarcasına deklare eden, ve bunları korkutucu bir hınç ve nefretle yapan bir siyasal hareket. Her vesileyle geçmişin intikamını almaktan söz açan, aynı “geçmiş mağduriyetler” söylemini her duruma uyarlayarak tekrar etmekten bıkmayan despotik bir lider, ve onun yavan, kuru, yüzeysel zihniyet dünyası. Yine de, kaba saba sesleri ve incelikten yoksun çağrıları belirli ölçülerde karşılık buluyor ve etkili oluyor. Neden?

Asıl soruyu kendimize sormalıyız çünkü. Onların hakiki hiçbir davanın taşıyıcısı olmadıklarını, hiçbir şeye inanmadıklarını çoktan fark etmiş olmalıyız. Su katılmamış sahtekâr onlar. Ahirete bile inanmıyorlar. Nasıl bir mümin zira, öldürülmüş bir çocuğun mezarı üstünde, onun anacığının acılı kalbini eze eze üstelik, tepinir ki? Her şeyden; vicdandan, merhametten, süperegodan, insanın suçluluk ve utanç duyma kapasitesinden geçsek bile, karanlık bir sokakta sopalarla dövüle dövüle öldürülmüş Ali İsmail’i duyduğunda kalbi hiç yumuşamayan birisinin Allah korkusu olabilir mi ki? İlkel bir intikam ve misilleme tutkusu ve iğrenç bir zevk politikasıyla kendilerinden geçmiş haldeler: “Bize verilmeyen, bizi mahrum bıraktıkları şey, bir zamanlar bizimdi. Bize aitti tümü. Bizim olanı sırf bu yüzden bizden çaldılar. Onu geri istiyoruz.” diye tepiniyorlar, öfkeyle ve kinle. Bu yüzden de kendilerini hiçbir hak ve adalet kuralı/ölçüsüyle bağlı saymayan kontrolsüz ve pervasız bir yağma, talan ve hırsızlık çetesi.    

Burada hep birlikte yaşamaya devam edeceğimize göre bizim merak etmemiz gereken şu olmalı: Her seferinde daha boğuk ve sert bir sesle geçmişin içinden konuşan, hepimizi aynı geçmişe gömmeye yeminli bu çağdışı ve karanlık tavırda, bu salya-sümük “Osmanlıcılık” hevesinde bizi cezbeden ve baştan çıkartan şey nedir?           

Bir geçmiş hesabını her daim açık ve canlı tutmak, takıntılı bir biçimde geçmişe referans vermek şimdi-burada yaşanan temel bir zorlukla, bir tür şimdiki zaman patolojisiyle kısa devre yapıyor belki de. Güncel bir açmazın bunaltısından bizi esirgeyen bir işlevi var belki de geçmiş efsanelerinin, köken icatlarının, muhayyel geçmiş vurgularının.

Şimdiki zamanda belimizi büken, bizi çaresiz bırakan o açmazdan söz açmanın vaktidir: İnsan belki de ilk kez, kendisini bütünüyle kendine-referansla, kendi ayna imgesine göre tanımlamanın ağır ve imkânsız yüküyle karşı karşıya. Cumhuriyete, sınıfa ya da Tanrı’ya bağlılığı ve onlarla ilişkisine göre tanımlanan insan-öznenin kendi kendisini tanımlama mecburiyetini üstlenmesi demek bu… Üçüncü unsura/Ötekine yeri, işlevi ve prestijini sağlayan bütün figürlerin (Tanrı, cumhuriyet, sınıf) çökmesinden ve/ya da etkisini yitirmesinden sonra, banal ve bıktırıcı bir “Kendin Ol” buyruğunun muhatabı olarak çıplak, savunmasız ve yapayalnız kalakalmak. “Kendin Ol”: Neoliberalizmin ve kapitalist piyasanın total özgürlük ve mutlak bir “her şeyi kendine hak görme” iklim ve etiğinin boş ve temelsiz buyruğu. Bir benlik/kendilik olmak için çıkılması gereken her yolculuğun nafile ve zahmete değmez bulunacağı ideal çerçevedir bu.

Kendini yalnızca kendine-referansla tanımlama kaderiyle baş başa kalmış özne, hiçbir tanıma ve referansa sahip olmadığı için boşluklarla “dolu” öznedir. Bu, geçmişi idealize eden, geçmiş bir mutlak mutluluk fantazisine yaslanan, ya da geçmişte var olmuş ve kaybedilmiş “saf mutlu hayat” nostaljisini besleyen söylem ve çağrıların etkililik koşuludur. O söylemin taşıyıcısı despotik/totaliter lider figürlerinin işgal ettiği ve onlarla özdeşleşme arzusunun filizlendiği uzam burasıdır.

Şu kadarını da eklemiş olalım: Modern zamanların suçluluk ve sorumluluk etiğinin (nevrotik) öznesiyle post-modernizmin psikotik/borderline trajik öznesinin yer değiştirdiği kavşaktan söz ediyoruz.