"Makam" demişken
Ömer Laçiner

Bay Erdoğan’ın her konuşmasını zihniyet tarzının “inci”leri ile süslemeyi bir itiyat haline getirmesi neredeyse normalleşti. Fakat son zamanlarda dozu artırıp her konuşması ile üzerimize bir mücevher kutusu boca edilmiş gibi bir duyguya kapılmamıza yol açtığı da oluyor. Nitekim geçenlerde kadınlara “ayar verdiği” konuşma tam da böyle bir şeydi.

Doğrusu ben o konuşmasında kadının “fıtrat”ının erkekle eşit olmasını imkânsız kıldığına dair o sade suya tirit “açıklama”larına takılmadım bile. Tipik –orta düzey– bir muhafazakâr/sağcı olarak Erdoğan, kadınları kazma kürek kullanabilme –fizik güç– düzeyinde kıyaslamak yerine zekâ, bilgi, beceri edinme gibi salt insanî vasıflar düzeyinde kıyaslamaya kalkışsaydı “ne diyecek bakalım” derdim. Oysa Soma faciası esnasında madencilik, işçilik gibi nihayet bir “mesleğin” fıtratından bahsedebilen, cinayeti böylece doğallaştıran –ilahileştiren de diyebilirsiniz– birinin “kadınlığın fıtratı”ndan bahsettiğinde ne diyebileceği zaten malumdur.

İnsanî-toplumsal konu ve sorunları “fıtrat”tan yani doğal/ilahi yaradılış (özelliklerinden) hareketle tanımlamak ve dolayısıyla tutum belirlemek sağcılığın –evrensel– alamet-î farikasıdır. O konu ve sorunları salt insanî özellikler, edinimler üzerinden tanımlamanın da solculuğun alamet-î farikası, temeli olması gibi.

Bütün sorun gündemlerimizi kuşatan bu asli çerçeveyi bir yana bırakıp Recep Tayyip Erdoğan’ın o mahut konuşmasına dönersek; beni –gençlerimizin deyimi ile– “dumura uğratan”, Erdoğan’ın avuç içini yükselterek söylediği “dinimiz kadınlara bir makam vermiştir: Annelik” cümlesi oldu.

“Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz” derler ama bir demagogun attığı taş için vasat zekâ bile fazladır. Anlaşılan Bay Erdoğan, “o makam kendilerine verilmeden önce annelik yapmıyor muydu kadınlar?; ‘Makam’ verilince yapmadıkları bir şeyi mi yapar hale geldiler?” türünden abesle iştigal makamında soruları davet eden bir konuşma yapmaktan yüzü kızaracak bir noktayı epeydir geçmiş.

Göz boyama hilelerinin püf noktası dikkati başka yöne çekecek bir şeyle oynamaktır. Recep Tayyip Erdoğan’ın örneğinde bu şey “makam” lafı. Avucunu yukarıya doğru kaldırarak “dinimiz size bir makam vermiştir” dediğinde veya “feministler anneliğe düşmandır” diye buyurduğunda onu alkışlayan şık türbanlı “hanım” taifesi bile bu numarayı kendi hesaplarına yutmuş görünmüyorlardı hiç. Ama kendi başlarına veya kocaları dolayımıyla sahip oldukları makamları koruma; avantaj ve imtiyazlarıyla beslenme çıkarı adına kadınların büyük çoğunluğunun bu ve benzeri numaraları yutmalarını canı gönülden istedikleri de besbelli.

Özgüveni sakatlanmış, gerçekleştirebildiği yeti ve nitelikleri ile gurur duyamayan, korku ve endişenin pençesine düşmüş birey, topluluk veya milletlerin pohpohlanmaya karşı zaaflarının olduğu, gerçeklikle yüzleşmektense, onun çarpıtılma pahasına süslenmiş haline inanır görünmeyi seçtikleri bilinir. Bu zaaf, “alt sınıf”ları yönetip yönlendirmenin en çok kullanılan ve –istisnaî dönemler dışında– sonuç veren “kaynağı”dır dolayısıyla. İçgüdülerin, korku ve komplekslerin, çiğ doğal taleplerin tahrikiyle harekete geçirilen bu “kaynak”, sağcı tutumun, zihniyetin asla terk etmediği, terk edemeyeceği en güzide av sahasıdır.

O nedenle Bay Erdoğan’ın epeydir neredeyse tamamen bu sahaya odaklanan “performans”ları kendi açısından “mantıklı”dır. O sahaya serpiştirdiği “Amerika’yı da biz keşfettik”, “Onların Einstein’ı varsa bizim de İbni Sina’mız var”, “Nobel alanlardan daha üstünleri var bizde, ama vermiyorlar” mealindeki dokunsan tuzla buz olacak ambalajlı yavelerin sırf üzerlerine sürülmüş koku nedeniyle “yutulacağı”ndan; “kadınları annelik makamına yükselttik” gibi dört dörtlük bir demagojisinin sırf kulağa hoş geliyor diye alkışlanacağından emindir. Ne de olsa “dost acı söyler” sözünün en az kaale alındığı bir dönemden, dönemeçten geçmekteyiz çünkü.

Ama bu süreç sadece bize özgü değil. Bize özgü olan “yutturulacak”ların üzerinin dinî ve milliyetçi makyaj, koku malzemeleri ile sıvanması. Bu fasılları epeyi ölçüde geride bırakmış “ileri” toplumlarda yeniden bu yöntemlere dönüş kapıları elbette açık. Ama şimdilik, alt sınıfların içinde debelendiği ve giderek daha üst tabakaları da korkutur hale gelmekte olan “acı gerçekliği”, neoliberalizmin “rafine” görünümlü, genele değil küçük veya belirli gruplara özelleştirilmiş ambalaj teknikleri ile yenir yutulur hale getirmeye ağırlık vermekteler. Bu tekniklerden biri de, büyük bir ilgiyle okuduğum Prekarya-Yeni Tehlikeli Sınıf kitabında “iş ünvanları” bahsinde anlatılıyor. Nitelik gerektirmeyen işlere, görevlilere –içi boş veya bildiğimiz gibi olsa da– üst bir makam söz konusuymuş duygusunu “yaşatma”ya matuf ünvanların bir kısmı sıralanıyor burada. Örneğin bildiğimiz kapıcı “ön ofis koordinatörü”, çöpleri boşaltanlar “geri dönüşüm görevlisi”, temizlikçi kadınlar “yüzey teknisyeni” gibi havalı sıfatlarla çağrılıyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın “annelik makamı” da bu yöntemin paralelinde. İnsanî bir vasıf denilemeyecek olan pazusundan başka üstünlük taslayacak bir vasfı olmayan erkekliğin binlerce yıllık türküsünü devralıp ilahi makamında söylüyor sadece. Ama aklın, insanî niteliklerimizin giderek yükselen, yükselecek müziği karşısında bunun bir cangıl gürültüsünden başka bir şey olmadığı gerçeği daha ne kadar zaman örtülebilir ki?