Ara: Bigudiler de Konuşur ve Aynalar, Göz Kalemleri, Saç Örgüleri...
Meral Akbaş

İsmet o yıkık kentin ortasında hikâyesini başka bir kadına, Müge İplikçi’ye anlatmıştı. Depremde üç çocuğunu ve annesini kaybetmiş; hemen ertesinde de on beş yıllık kocası tarafından terk edilmişti. Adam, İsmet’e isterse memleketine dönebileceğini söyleyip oturdukları evi satmış; kendisi de yeniden evlenmişti. Bu “yıkık” hikâyenin hiç unutamadığım bir yeri var; işte orada İsmet, sevdiği adamı anlatıyor, onun nasıl biri olduğunu, niye evlenemediklerini… ve şöyle devam ediyor sözüne:

Uzun boylu, gözlüklü, bıyıklı, zayıf, solcu biriydi Özer… Sonunda Özer o kızla evlendi, bir oğlu oldu. Oğluna Deniz adını vermiş. Sonra duydum ki, trafik kazasında ölmüş Özer. 1994 yılı olmalı. Beni ilk kez denizin yanında görmüştü. Sanırım o yüzden adını Deniz koymuştu oğlunun…*

Hem dışarıdan ve hem de içeriden böylesine yıkılan bir evi ardında bırakıp yoluna devam eden İsmet’in bu hayâline kıyabilir mi insan; bir harfine dokunabilir mi? Sevdiği bir adam vardı; onu seven bir adam vardı. O nasıl unutmamışsa onu, işte o adam da unutmamıştı onu...

Kadınların hayat hikâyeleri dokunulmaz gibi geliyor bazen. Sus ve sessizce dinle sana anlatılanı; hatırlayarak, başkalarına da anlatarak ve unuttuğunda tekrar hatırlamak için zaman zaman ardına bakarak devam et yoluna! Ardına bakan kadının helâk edildiği o hikâye değil bu nasıl olsa! Ama her yeniden baktığında geride kalanın yerle bir olduğuna şahit oluyorsan da hoştur yani! Yıkılanın içinde, yıkık kentin içinde parlak, aydınlık bir şey bulabilir insan. İsmet’in d/Deniz’i gibi, d/Deniz’in işaret ettiği tüm anlamlardaki gibi...

Yaptığım bir görüşme sırasında yaşlı bir kadın ses kayıt cihazını gördükten hemen sonra mutlulukla söylemişti bana: “Elbet sesimi veririm ben sana!” Önce kulağıma hoş gelmişti; sonra çok düşündürmüştü: Ses vermek, birine ve hatta hiç tanımadığın birisine sesini vermek ne demek? El vermek gibi biraz; yardım etmek, güç devretmek... Kadınların kendi hayatlarını anlattıkları sözlü/yazılı hikâyelerin büyük kısmı biraz da el vermez mi diğer kadınlara; yol açmaz mı; böyle bir dünyada ayakta kalmanın taktiklerini anlatmaz mı? İsmet’inki işte, onun nasıl da inatçı bir kadın olduğunu söylemeye gerek var:

Eskiden Marlboro sigarası içiyordum. Şimdi de aynı sigarayı içiyorum... Sorabilirsin, bu [maddi] sıkıntı içerisinde niye hâlâ Marlboro sigarası içiyorsun diye. Doğrudur. Mahkemeden sonra R. [İsmet’in kocası]  'Eski lüks hayatın devam edecek. Yine Marlboro içeceksin, merak etme... Sana o parayı vereceğim,' diye vaatte bulunmuştu. Tabii bu vaat gencecik bir kadınla evleninceye kadarmış. Ona dedim ki: “O lüks hayatı kendim devam ettireceğim. Yine Marlboro içeceğim...” Hep Marlboro içtim. Ölene kadar da Marlboro içeceğim.

İsmet’i, d/Deniz’i ve ölene kadar Marlboro içme inadını dönüp ardıma yeniden hatırlamama bir kırmızı fotoğraf sebep oldu ve sonra başka iki fotoğraf...


Kırmızı bir fotoğraf durdurabilirmiş insanı; durdurur ve dönüp dönüp kendine baktırırmış. Her baktığında insan bu fotoğrafa, kadın-çizgisine, kadınların yüzlerindeki yazılara hayranlıktan belki, yine bakmak istermiş. Her yeniden gördüğünde bu kırmızılı, hayat çizgili kadını insanın gözleri, kara göz kalemi ararmış. İnsan göz kalemiyle konuşmaz da yazarmış yüzüne! Hani o ancak hayatının son demlerinde hikâyesini aktarmaya cesaret bulan kadınların dediği: “Vardım, hatta uzun zamandır vardım ve bakın hâlâ buradayım!”

Bu kırmızılı kadının saç örgülerinin bir ucu dağlarda, savaşın ortasında saçlarını ince ince incelikle, bir nakış ya da oya gibi ören kadınlara vardı.

Diğer ucu ise, Bosna’da savaşın orta yerine ellerinde sigaralar ve saçlarında bigudilerle oturan kadınlara...

 

Ne tuhaf! d/Deniz’di mesele, Marlboro içme inadı oldu. Sonra bir yaşlı kadın tüm kırmızısıyla gözlerimize siyah kalem çekti; örüklerini dağlara savurdu, bir de Bosna’ya, kadınların bigudilerine...** Tüm şiddetin, savaşın, terk edilip yapayalnız bırakılmanın, parasızlığın, gelip geçmiş uzun bir ömrün “küçük” hikâyesi; bambaşka kadınların birbirine az ya da çok değdiği... Öyle kolaylıkla kendini ele vermeyen bir tarih bu; ayrıntı-yerlere göz kalemiyle yazılan... Saçlara sonra... Hem incelikle örülür ya o saçlar ve hem de birdenbire, hiç acımadan kesiliverir! Bir ucu paslı makasın ben, diğer ucu kimbilir kim/ne/niye?!

Aksu Bora demişti; Pınar Selek de yaptıklarıyla ve yapmaya devam ettikleriyle, inadıyla, gülüşüyle mutlu kadınlara dayanamayan iktidar(lar)a aynı şeyi söylüyor sanki: “O kadar uzun boylu değil!” [yazı için bkz. link] Bir türlü kapatılamayan, sonlandırılamayan, erişilemeyen bir şey(ler) var çünkü; akıllarının, yaptıklarının ve sallantılarının ulaşamadığı bir yer!

Kırmızı var... ayna, bigudiler, saç örgüleri, makaslar... ve belki ejderhalar... Khaleesi?!...

* Müge İplikçi, ‘Depremde iki kızı, bir oğlunu kaybeden anne İsmet Palta: Hayır, korkmuyorum’, Yıkık Kentli Kadınlar içinde, s. 17-44; bu metinden yaptığım ikinci alıntıdaki parantezler bana ait. 

** İlk iki fotoğrafın ne yazık ki kim tarafından çekildiğini bilmiyorum. Ama son fotoğraf Wade Goddard tarafından 1993 yılında Mostar’da çekilmiş.