Ölüm Üzerine Düşünceler (II)
Derviş Aydın Akkoç

André Malraux 4 Kasım 1946’da Sorbonne’da bir konuşma yapar: “Nietzsche’den beri Tanrı öldü ama şu ihtiyar Avrupa’da İnsan’ın da ölüp ölmediğini bilmemiz gerekiyor.” İşiteni dehşete düşürecek bir yargı bu. Nitekim Malraux’nün konuşmasını dinleyenlerden biri de, “derinden etkilendiğini,” belirten Althusser’dir: “O sıra içimizde bir boşluk duyumsadığımızı unutmayacağım (…) Malraux’nün korkularını paylaşmayanlar bile derin bir tedirginlik duymaktan kendilerini alamıyorlardı.” Althusser’in ve daha başkalarının duydukları “boşluk” ve “tedirginlik,” Malraux’nün -deneyimden süzülüp gelen- sözünün dünyaya düştüğü zaman dilimiyle alakalı. Bu türden yarı-peygamberane sözler, genellikle sancılı dönüm noktalarında dillendirilir. II. Dünya Savaşı Avrupa’yı yerle yeksan etmiştir: İspanya İç Savaşı bastırılmış, Naziler Yahudileri, komünistleri, Çingeneleri, eşcinselleri toplama kamplarında “nihai çözüm” uyarınca imha etmiş, bombalanan kentler harabeye dönüşmüş, milyonlarca insan savaşta yok edilmiştir. Silahların bir anlığına sustuğu eşikte, “barışın” da en az savaş kadar öldürücü olduğu, barışın çok daha tahripkâr savaşlara hazırlık aşaması olduğu derhal anlaşılmıştır.

İnsan’ın ölümü Tanrı’nın ölümünden çok daha korkunç ve katlanılmazdır Malraux nezdinde. Althusser, Malraux’nün “bilincin çölünde” yapayalnız kaldığını söyler: “Malraux’da dokunaklı olan şey, pek yakında karşılaşacağımızı söylediği ölümde değil, bir canlının pek yakında öleceğinin umutsuzca bilincinde olmasıdır.” “Tanrı’nın ölümü”nün yarattığı manevi boşluğa, bu boşluk yetmiyormuş gibi, bir de İnsan’ın ölümünün boşluğu eklenmiştir. Bu çifte ölümün yarattığı boşlukların üstesinden nasıl ve neyle gelinecektir? Vaziyeti bütünüyle ifade eden kelimedir “umutsuzluk.” Malraux’nün altını çizdiği ölüme ilişkin bu umutsuz bilinç, esasında bir tür hayat belirtisidir. Ölüm korkusu değil, ölüm bilinci. İnsan’ın hayatla kuracağı elde kalan tek bilinçtir. Malraux’nün yaşarken ölmekte olan İnsan’a söylediği başlıca sözün “öleceksin” olması boşuna değil: “Ölüm bilinci,” İnsan’a hastır. Malraux söz konusu konuşmasında, umutsuzluk düzleminden umut düzlemine sıçrar, “öyle bir insan imgesi yaratmalıyız ki, insan onda kendini bulsun,” diyerek. Olup bitenlerden sonra yeni bir İnsan imgesine acilen ihtiyaç vardır. Yeni İnsan imgesi, yıkımın küllerinden doğmak zorundadır tabii. Bu ihtiyaç, o gün bugündür hâlâ karşılanabilmiş değildir ama.

Aradan geçen zamanda, enkaz altından çıkarılanlarla yeni İnsan’ı yaratmak şöyle dursun, mesele daha da içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Enkaz üstüne enkaz yığılmıştır çünkü. “Ölüm bilinci,” İnsan’ın kendi benliğinin farkında olmasıdır. İşte bu benlik içeriden ve dışarıdan çökertilmiş; Malraux’nün tutunduğu son dal da kırılmıştır: “Ölüm bilinci”nin yerini kitlesel ve bireysel olmak üzere iş gören ölme/öldürülme korkusu almıştır.   

İnsan, “ölüm bilinci” yahut korkusu değil, hiç olmadığı kadar ölme korkusuyla karşı karşıyadır. Demek iliklerine kadar hayvanlaştırılmıştır. Hayvan’ın başlıca niteliği, kendi menfaatine olmayan angaryaya/çalışmaya koşulması, bedeninin zapt edilmesi, yaşayacak kadar ayakta tutulması, icabında kurban edilmesidir. Günümüzün iktidar ilişkileri göz önüne alındığında İnsan hayvan değilse nedir?  

“İnsan imgesi,” önünde sonunda ulaşılması, aranıp bulunması gereken bir fikirdi. Ne var ki, bu fikir toplumsal ve siyasal ilişkilerden ötürü maya tutmadı, tutmuyor da. Bu fikir de, diğer pek çok fikir/ideal gibi kalbura çevrilmiştir. Hayat ve ölüm arasındaki sınırların aşıldığı, bilincin allak bullak olduğu bir uğrakta, bu fikri yeniden toparlamanın, tamir etmenin, ideolojinin, ahlakın ve hatta etiğin altın sularına batırmanın pek bir anlamı var mı acaba? Bir ideal olarak İnsan, hiçbir şey ifade etmez haldedir. İktidar ilişkileri karşısında dönüp dolaşıp İnsan fikrini öne sürmek (İnsan-lık bu mu demek vb.) boşa kürek çekmektir. Karl Marx’ın tecrübeyle sabitlenen can yakıcı sözlerinden biri: “Bir fikir, bir çıkar ile çatıştığında, alay edilecek hale gelen, mahcup düşen her zaman fikirdir.”

Malraux’nün İnsan imgesini tadilattan geçirmekten yana olduğu yıllarda, Samuel Beckett de umutsuzdu. Bir farkla: Eylem mümkün değildir artık. Tanrı’nın ve İnsan’ın ölümü mü dediniz? İnsan’ı yeniden diriltmek mi: “There is nothing to be done.” Yapılacak hiçbir şey yok! Fazla mı umutsuz? Umut gibi umutsuzluk da öğrenilmesi gereken bir şey olmasın? Dünyaya kara çalmadan, ahlak sarhoşluğuna kapılmadan umutsuz olmak...