Osmanlıca Tartışması
Murat Belge

Tayyip Erdoğan’ı eleştirenler, cumhurbaşkanı seçildikten sonra başbakan yetkilerinden vazgeçmediğini söylüyorlar. Haklılar, genel olarak böyle. Ama cumhurbaşkanı olduğundan beri söyleminde bir değişiklik oldu. Günlük sorunları, muhalefetle güncel kavgalarını bırakmış değil; gene de, sık sık, daha “ulvi” denecek ya da daha “kültürel” sayılacak konulara giriyor.

Edebiyatta, roman eleştirisinde bir terim vardır: “her şeyi bilen anlatıcı” deriz. Bunun edebiyatta anlattığı şeyden biraz farklı bir biçimde Tayyip Erdoğan da bir “her şeyi bilen anlatıcı” oldu. Amerika’yı keşfedenleri biliyor, kaç çocuk yapmak gerektiğini biliyor, nasıl insanlar olmamız gerektiğini biliyor, felsefe ve dil sorunlarını da biliyor – ve bunların hepsini bizlere anlatıyor.

Erdoğan’ın Türkiye’de bulamadığı birtakım şeyleri Osmanlı’da bulduğunu, daha doğrusu, Osmanlı’da bulunacağını düşündüğünü gözlemlemek mümkün. Ama Erdoğan’ın düşündüğü daha birçok şey gibi bunun da bir temeli yok. Son olarak felsefe konusuna girdi ve Türkçe ile felsefe yapılamayacağını bildirdi; yani, Osmanlıca ile yapılabileceğini söylemiş oldu. Osmanlıca’nın tanımı gereği Arapça ile Farsça’nın tamamını içeren (çünkü ödünç almanın bir sınırı yoktu) bir karma dil olduğu, dolayısıyla bir hayli zengin bir kelime haznesine sahip olduğu doğrudur. Ama Osmanlıca’da ve aslında onun bileşenleri olan Arapça ve Farsça’da zengin bir felsefe geleneği oluşmamıştır. Epey gerilerde kalan bir tarihten itibaren bu yörede böyle bir dil oluşmamıştır, çünkü zaten felsefe yapılmamıştır. Erdoğan’ın kendisi de bu dünyada felsefe yapılmasını engelleyen zihniyet geleneğinden geldiği için, örneğin, ünlü tartışmada, “İbn Rüşd haklıydı; Gazalî tamamen yanılıyordu” diye bir pozisyon alabileceğini hiç sanmıyorum. Herhalde, “İkisi de çok muhterem insanlardı” gibisinden bir orta yol tutturmaya bakacaktır.

Cordobalı Müslüman İbn Rüşd’ün dediğini Batı yaptı (ama tabii bu iş orada da pek kolay olmadı). İslâm dünyası ise sürekli Gazalî’den yana tavır aldı. Türkçe’den ötürü değil, bu gelenekten ötürü Türkiye’nin bir felsefe geleneği yoktur. Erdoğan’ın pek beğendiği anlaşılan Osmanlıca kullanımdayken de yoktu öyle bir gelenek. “Aklî ilimler”i bünyesinden çıkarmış, “naklî ilim”le idare eden bir medrese düzeninin egemenliğinde zaten öyle bir gelenek olamazdı.

Bunlar, Tayyip Erdoğan’ın zengin bir birikim teşkil eden cevherleri arasında doğruya en fazla yaklaşan olmakla birlikte, temel sorunsal yampiri olduğu için, yaklaşmakla kalıyor. Örneğin Osmanlıca kelimelerin öğretilmesi elbette iyi olur. Arap alfabesinin öğretilmesi bu alfabenin kaldırıldığı gün başlamalıydı. Ama Erdoğan kendi otomatlarını yetiştirmek için istiyor bunları. Gerçekten bilen ve bildikleriyle zihninde kendi özgün bileşimlerini üretmesini bilen özgür düşünceli insan yetiştirmekle bir ilgisi olmadığı ortada. “Osmanlıca” gibi, “Osmanlılık” gibi kavramlarla ilişkisinin de gerçeklikle ilgisinin olmaması gibi.

Ancak onun bu iddialarına karşı çıkanlar da çoğu zaman, Erdoğan’ın iddialarının karşıtını, ama aynı bağnazlıkla savunan, çoğu da Kemalist olan kişiler.

Alfabenin değiştirilmesi gibi bir olayı alalım. Taraf’a yazdığım yazıda, bunun, bütün bir toplumu bir anda “okumaz-yazmaz” konuma getirdiği için, Tayyip Erdoğan’ın bu konuda getirdiği eleştiriye hak verdiğimi söylemiştim. Alfabeyi değiştirme kararının kendisinin ne kadar isabetli olduğu konusuna ayrıca geleceğim. Ama uygulanma biçiminde Kemalizm’in bütününe egemen olan “tepeden inmeci” üslûbun payı belirli bir ölçüde gene var. Böyle bir değişim öncesinde bir hazırlık yapılması için atılmış birkaç adım sayılabilir, ama sonuçta yetersiz.

Arap alfabesinin Türkçe yazmak için çok elverişli bir alfabe olduğunu düşünmüyorum. Türkçe’de vokal çoktur. Arapça’da ise bir tek “vav”, “ve” sesinden başka “o”, “u”, “ö” ve “ü” seslerini de temsil eder. “Oldu” kelimesinin imlâsıyla “öldü” kelimesinin yazılışı aynıdır; “ı” ve “i” ayrımı da yok. Onun için “ılık”la “ilik” imlâsı da aynı.

Epey zorluk çıkaran bu harf kıtlığına karşılık, Türkçe’de anlam ayırmayan, dolayısıyla “fonem” olmayan, dolayısıyla varlığı fuzuli harfler bulunur. Hepsini “h” olarak telaffuz ettiğimiz sesin üç ayrı simgesi olması bir zenginlik değildir. Birden fazla “t” simgesine bir gerek yoktur. Türkçe’de hiç olmayan “th” için simge bulunması da öyle. Birden fazla “s” de aynı. “Lamelif” herhalde her dilde fazlalık olurdu.

Bu arada “kaf” ile “kef”in az sayıda da olsa anlam değiştirdiği durumlar var: “kar” ile “kâr” gibi. Onun için yeni alfabede –belki en kestirmesi “q” simgesini alarak– bu ayrımın bulundurulması yerinde olurdu.

Gene o yazıda söylediğim gibi, evet, bir kararla bütün toplum “okumaz-yazmaz” hale geldi. Ama karardan önce kaç kişi “okur-yazar”dı? Çok az. Ama bu da Arap alfabesinin “aşılmaz güçlük”lerinden ileri gelmiyordu. Osmanlı’nın eğitimi yaygınlaştıracak enerjisi, parası, planı ve tabii isteği olmamasının sonucuydu. İstense ve çalışılsa o alfabeyle de okur-yazar bir toplum yaratılabilirdi – bugün de yaratılabilir. Alfabeyi bir “umacı” haline getirmeye gerek yok.

Tayyip Erdoğan, tek parti yönetiminin birçok uygulamasını eleştiriyor. Ancak, bunu “Biz Müslümanlara yapılan haksızlıklar” çerçevesinden çıkaramıyor. Çıkaramadığı için evrensel bir temele oturtamıyor (yani din perspektifinin dışında bir perspektiften yoksun). Bu da entelektüel bir argüman geliştirmesine engel oluyor. Böyle bir muhalefet-eleştiri pratiği, daha duygusal bir planda da kaçınılmaz olarak bir “intikam” arayışına götürüyor.

Bu eleştirinin hedefi olmak durumunda kalanlar, tek parti döneminin bugünkü savunucuları, Kemalistler; onlardan  da, kendi cephelerinde olmuş bitmiş şeylerin serinkanlı bir eleştirisini dinlemek mümkün değil.

Dolayısıyla bu tartışmalar sığ bir çekişmenin ötesine geçemiyor. “Tarafları” var, tarafların verili “pozisyonları” var; bu pozisyonların ezberlenmiş klişeleri karşılıklı savruluyor. Kimse bir şey dinlemiyor, çünkü zaten kimse yeni bir şey öğrenmiyor. Kimse bir şeye ikna olmuyor, dolayısıyla kimsenin fikri de değişmiyor.

Yıllarca sürmüş bir “beyin yıkama” sürecinde şimdi Tayyip Erdoğan’ın beğenip seçtiği fikir deterjanlarıyla yeni tip “beyin yıkama” biçimine geçeceğiz. Bunun öncekinden beşbeter olması da hiç şaşırtıcı olmayacaktır.