Hiç Barış Olmayacakmış Gibi, Yarın Barış Olacakmış Gibi...
Evren Balta

Kürtler için doksanlı yıllar arada kalmanın mümkün olmadığı yıllardı. Ölüm ile yaşam arasında, devlet ile PKK arasında, sadakat ile terk etmek arasında bir yerde kalmak mümkün değildi. Doksanlı yıllar keskin ve yaşamsal tercihlerin günlük kararlara nüfuz ettiği, gri alanların kaybolduğu yıllardı. Karar vermek ve hareket etmek yaşamsal bir zorunluluktu. Bugün belki de en çok bu değişti. Bir tercih yapmadan arada kalabilmenin mümkün olduğu bir dönem bu. Siyasal kimliklerin ve tercihlerin akışkanlaştığı, gri alanların çoğaldığı bir geçiş dönemi.

Arada kalmak barış umudunun yanında “savaşın” (ve savaş endişesinin) bir arada var olması anlamına geliyor. Zorunlu olarak birini seçmeden. Ne savaşı ne de barışı tam olarak içeren ama ikisinden de bir şeyler taşıyan bir hal bu. Çözüm süreci tam da bir arada olma hali zaten. Bir yandan neredeyse bütün Kürtlerin kucakladığı bir çatışmasızlık hali. Ama öte yandan bildik baskı yöntemlerinin devam ettiği bir savaş hali. Bazıları için bu, yeni bir savaşa hazırlık süreci. Kimileri için barışa geçiş süreci. Hem devletin hem Kürt hareketinin gerektiğinde dümeni her iki tarafa kırabileceği bir aralıkta bekleme hali.

Arada kalmak pek çok Kürt için aynı zamanda etnik ve ulusal kimlik arasındaki gerilime de işaret ediyor. Kürtlük Türkiyeli kimliğinin içinde farklı ve eşit haklara sahip bir etnik kimlik mi olmalı? Yoksa sınırları Türkiye’yi fersah fersah aşan bir ulusal kimlik mi? Özellikle Kobane olaylarından beri Yüksekova’dan Cizre’ye, yaşlısından gencine, köylüsünden siyasetçisine Kürtlerin kılcal damarlarında kendini büyük bir Kürt ulusunun parçası olarak görme hali akıyor. Öte yandan Türkiyeli olmak, bu ülkenin bir parçası olarak kalmaya/kalabilmeye devam edebilmek arzusu da orada. Türkiyeli olmak ile Kürt ulusunu inşa etmek arasındaki gerilim çözülebilir mi? On binlerce Kürt “Diyarbakır ve Kobane’nin benim için bir farkı yok” derken bu gerilim çözülmeli mi? Bu soruların cevapları da hâlâ arada.

Arada kalmak Kürt siyaseti için sandık ve sokağın arasında kalmak anlamına da geliyor. Üstelik Kürt hareketinin belediyeler üzerinden edindiği güç sandık ile hareket arasında yaşanan gerilimi artırıyor. Büyükşehir Yasası’nın köylere hizmet götürmeyi belediyelere devretmiş olması Kürt siyaseti için yeni bir aşama. On yıllardır (devlete) sadakat üzerinden hizmetlere erişimin düzenlendiğini düşünen köylüler, BDP’li belediyeler ile kurdukları her tür ilişkiye de bu sadakat denklemi üzerinden bakıyor. Sandık ile sokak arasında kalan bir hareket eşit ve tarafsız kamusal hizmet sağlama yükümlülüğü ile destekçilerini ödüllendirerek genişleme arasındaki gerilimi çözebilir mi? Kısıtlı kaynaklar ve geniş bir hizmet bölgesi varken bu gerilim nasıl çözülür?

Sandık ve sokak ikilemi bununla da sınırlı değil. Kürt hareketi büyük oranda ‘90’lı yılların devlet şiddetinin bir sonucu olarak kentleşmiş durumda. Boşaltılan köylerin yığıldığı kentler ve ilçelerin sokakları aileleri devlet tarafından öldürülmüş; kardeşleri, arkadaşları, akrabaları gerillaya katılmış gençlerin egemenliğinde bugün. Çatışmaya doğan bu kuşaklar ülkenin batısında yaşayan yaşıtları gibi (ama farklı repertuvarlar da kullanarak) haklarını sokakta aramak istiyorlar. Bir yandan bu gençlerin (Cizre’de olduğu gibi) kazdıkları hendekleri kapatmalarını isterken diğer yandan onların öfkesine katılmak, o öfkeyi içinde hissetmek mümkün mü? Peki ya “diyalog kurulabilecek son kuşak” söylemi gençlerin öfkesini dizginlemeye yarayan muhafazakâr bir söylem olarak işlemeye başlarsa (hatta başladıysa) sandık ile sokak arasındaki gerilim artmaz mı?

Kürtler arasında çözüm süreci ile birlikte sadakat denklemi hızla değişirken, ‘90’lı yıllarda devlete sadık kalmayı seçmiş olanlar belki de bu arada kalma durumunu en yakıcı biçimde yaşayanlar. Bir yandan bir zamanlar seçmiş oldukları bir taraf olarak “devlet” var, öte yandan Kürt hareketinin giderek güçlenen siyasi ve fikri hegemonyası. Bu gruplar Kürt tarafını seçmek için çok geç kaldıklarını, devleti desteklemeye devam etmenin de çok riskli olduğunu düşünüyorlar. Kimin kazanacağının belli olmadığı yepyeni bir durumda neredeyse seçeneksiz bir şekilde arada kalmış durumdalar. Örneğin ‘90’lı yıllarda devlete sadık olmayı tercih etmiş (ya da zorunda kalmış) bir korucunun ifade ettiği gibi

"biz devletle Kürt siyaseti arasında kaldık. Onlar görüşüyorlar. Bir gün anlaşacaklar. Ama her iki taraf da bize güvenmiyor. Kürtler için ihanet etmiş düşmanlarız. Devlet için de nihayetinde Kürd’üz.”

Üstelik barış iki hayali halkın birbirini kucaklamasından ibaret değil. Şırnak, Cizre, Lice, Yüksekova’da barışmak aile fertleri devletin güvenlik güçleri, Hizbullah ya da korucular tarafından da öldürülen gerçek kişilerin birlikte yaşamaya devam edebilmesi anlamına geliyor. Herkesin birbirini isim isim bildiği, ihanetin ve sadakatin kolektif hafızaya kazındığı kasabalarda güven ve güvensizlik yan yana yaşıyor. Bir yandan birlikte mücadele etmenin verdiği güven, öte yandan dostunun bir gün düşmanın haline gelebileceğini bildiğin bir güvensizlik. Affetmek ile affedememek arasında kalma hali. Şiddetin toplumsal dokuyu alt üst ettiği, toplumsal adalet için herhangi bir mekanizmanın inşa edilmediği bir çözüm sürecinde yeniden nasıl güven inşa edilir sorusuna cevap vermek kolay değil.

Bu arada kalma hali yalnızca Kürtler için geçerli değil elbette. Hükümet de karşısındakini eşit bir aktör olarak tanımak ile tanımamak arasında bir siyasi hat izliyor. Barış ile savaş arasında kalan bir hat. Hatta belki de çözüm siyasetinin bel kemiği bu “aradalık.” Başka türlü çözüm süreci devam ettiği halde kent ve ilçe merkezlerinde artan polis şiddetini nasıl açıklayabiliriz? Kürt illerini hedef aldığı açıkça belli olan ve polisin yetkilerini genişleterek olağanüstü hali gündelik hale getirecek güvenlik reform paketini nasıl anlayabiliriz? Ekim ayından itibaren bu ülkede olağanüstü hal ilan edildiğini, sokaklarda onlarca insanın öldürüldüğünü, kentlere tank ve fırtına toplarından oluşan askeri sevkiyat yapıldığını, batı illerinden Hakkari, Şırnak,  Batman, Diyarbakır, Mardin ve ilçelerine polislerin naklen atandığını ya da görevlendirildiğini nasıl unutabiliriz? Savaş ile barış arasında hükümet Kürt hareketiyle bir taraftan “barışırken”, diğer taraftan kafasına tokmakla vuruyor.

Lice, Yüksekova, Cizre’de olup bitenler bütün bu gerilimlerin bir sonucu. Savaş ile barış arasında; sokak ile sandık arasında; bir ulusal kimlik olarak Kürtlük ile Türkiyelilik arasında Kürt hareketinin/kimliğinin yeniden ve hızla şekillendiği bir eşikteyiz. Van’da bir köy muhtarının Kobane’nin hemen sonrasında yaptığımız bir araştırmada bize söylediği gibi

“Her şey sürekli değişiyor. Biz çözüm sürecinden çözüm çıkıp çıkmayacağını bilmiyoruz. Bu süreci kimin kazanacağını da bilmiyoruz. Sadece bittiğinde yaşamaya devam edebilmek istiyoruz. Ama yaşamaya devam edebilmek kadar o yaşamın nasıl bir yaşam olacağı da önemli.”