Kuyu: Susmasan Olmuyor, Sussan Hiç Olmaz!
Meral Akbaş

Anna’nın eşi bir trafik kazasında ölmüştür. Çocukları da bir bir evden ayrıldıktan sonra, yalnız başına kalır bir evin içinde. Ayrı ve “evli” hayatları olan arkadaşlarının ve kızlarının sesine tutunmaya çalışır önce. Yok, olmaz öylesi! Adamdan geriye kalanlara, ayakkabılara, çoraplara, gömlek, boyunbağı ve elbiselere dokunarak avunur bir süre... En sonunda ama, yapılacak tüm işleri yaptıktan sonra, faturaları ödedikten sonra meselâ, gitmeye karar verir: 23 eylül’de, adamın doğum gününde! Haplardan değil, jilet kesiğinden gidecektir. Az biraz zaman kalmışken gitmesine, arkadaşı Elizabeth girer kapıdan: “Daktilo yazdığını ve gün boyunca gam çekmekten başka işin olmadığını da biliyorum. Şapkanla çantanı kap gidelim.” İki saatliğine gittiği bu büroda çalıştığı bir buçuk yılın sonunda “giysileri ve saçıyla ilgilenmeye, ruj sürmeye, bacaklarındaki tüyleri almaya başladı… Yaşıyor olmaktan mutluydu.” Hikâye burada bitmiyor ama, devam ediyor: Daha önce yalnız başına hiç gitmediği kadar uzağa, Dallas’a iş sebebiyle gittiğinde eski lise aşkını arayıp buluyor Anna; buluşuyorlar. Jinekoloji ve doğum uzmanı olan Conrad, evlenip boşanmış ve Anna’nın onu başka bir adam için terk ettiğini hiç unutmamış: “Bu beni yıkıp mahvetti Anna. Tek sözcükle mahvetti.” Sonrası… Anna’nın odası, tutkulu bir öpüşme… Ve bedeni açıldıkça Anna’nın, Conrad’ın sözleri: “Minik bir androjenik alopesi noktası… kelliğe neden olur. Kadınlarda orta yaşlarda çok görülür… Burada bir engel var. Bir diyafram ya da başka bir şey takıyor olmalısın… Eğer bir alet kullanacaksan Allah aşkına doğru dürüst takmayı öğren… [Anna: Canımı acıtıyorsun!]… Tam adı… yaşlılık nedeniyle dölyolunun büzüşmesi. Aslında yapacak bir şey yok.” Çığlık atarak Anna’nın kendini kilitlediği banyoda, bir dolap kapağının ardında bir jilet…*

Melahat Hanım da, Anna gibi tıpkı, kocasının ardından, adam her ne kadar içkici, kumarbaz ve sorumsuz olsa da, az ağlamamıştı; gazetelere ölüm ilanları vermiş, mevlüt okutmuş, adamın mezarını yaptırmış ve hatta kumar borçlarını ödemişti. İstanbul’a taşınmış, taşındığı yeni evi de gönlüne göre düzenlemişti. Pencereleri kırmızı sardunyalı yeni bir ev!: “Kurduğu düzeni kimse bozamazdı artık!” Sonra işte, Melahat gül gibi geçinip giderken adam geldi bir gün, çıktı üstüne tekrar: “Uyku taklidi yapma, sen de bayılırsın, haydi…” Bu kabus, seslere de dönüştü; horlamalara, ayak seslerine, gölgelere, takip eden adımlara da… Bir sinir doktorundan aldığı uyku hapları tam derdine derman olmuşken Melahat Hanım’ın, yatak odasının kapısı önünde buldu kocasını ağlarken… Bir kez daha bakıp perdelerine, koltuklarına, çiçeklerine döndü odasına; “uyku ilacını arandı başucu çekmesinde.”**

Yok ama, bu sefer bir adam yatıyor “Afganistan’da ya da başka bir yerlerde”, ensesinde bir kurşun. Ölü, ölü gibi! Tüm şehire, mahallelere bombalar düşüyor. Bir kadın, bu savaşın ortasında bir ölü adamın başını bekliyor, durmadan konuşuyor onunla: “İki hafta içinde hareket etmeye, işaretler vermeye başlayacağını söylemişlerdi… Ama bak üçüncü hafta bitiyor… Hâlâ hiçbir değişiklik yok!” Sadece bugünü değil, geçmişini anlatıyor adama, geçmişi hakkında hiçbir şey bilmeyen on yıllık kocasına: “Kirli kanı bekâret kanı olarak yutturmak, dâhiyane bir fikir, öyle değil mi?... Siz erkeklerde gururun kana neden bu kadar bağlı olduğunu hiç anlayamamışımdır.” Bu tek taraflı konuşma silah ve bomba sesleriyle bölünüyor çoğu zaman. Yeraltına sığınanların evlerine eli silahlı adamlar girip çıkıyor; insanlar öldürülüyor, kalanlar çığlık çığlığa aklını yitiriyor. Tüm dış dünya yıkılırken, taş taş üstünde kalmazken ve evdeki adam susmuşken konuşuyor kadın: “Umarım düşünmeyi, duymayı, görmeyi başarırsın… beni görmeyi, beni duymayı…” Anlatıyor kadın, işlediği ilk cinayeti, babasının her şeyden, karısından ve çocuklarından daha çok sevdiği bıldırcını bir kediye teslim edişini, adamın erkek kardeşlerinin kendisine nasıl göz diktiğini, esasen kısır olduğunu, çocukların bilge hâkim gözetiminde başkasından, tanımadığı bir adamdan yapıldığını… Kadın kendinden geçmiş anlatırken tam bu kısmını sakladıklarının, bir el uzanıyor bileğine. Mucize bu! Sabır taşı çatlıyor, kadın sakladığı sırlardan, acılarından kurtuluyor. Adamın çatlayıp da kadını savurduğu duvarda bir hançer duruyor… “Adam, kalbine saplanmış hançerle…”***

Bir hikâyesi hayatın, başka bir hayat hikâyesi üstüne…

Önce, adam konuşuyor ve kadın dayanamıyor duyduğuna. Adamın her yeni sözü, kadının açık saçık sözlerinin önünü kesiyor; o açılan saçılan beden dölyolunun büzüşmesiyle kapanıp acı çekmiyor, adamın dil darbeleri yaralıyor kadını. Oysa o, evdeki adamdan ve onun bir süre yaşayan hayaletinden kurtulduktan sonra konuşuyor belki de ilk defa: “Çok çok ağır yapalım… Beklemekten çılgına dönelim.” Ama dedikleri adamın, geçmişi, geçmişini ve artık yaş almış başını, gövdesini hatırlatıyor kadına. Geçmişi hatırladıkça kadın, onun bugünü de ölüyor.

Sonra, yani diğer hikâyede, evdeki adam ölüp gittiğinde ancak, bir hayat kurmuştu kadın kendine. Yalnız ve kırmızı sardunyalı! Bu yeni hayat dert oldu sonra, yük oldu ona… Adam arsızca daldı kadının yeni hayatına. Evin her köşesinden sızan ölü sesi adamın, kadının sonu oldu.

Son hikâye başka ama! Adam yarı ölü haliyle hep susuyor. Ama hep de duyuyor kadının sesini. Yıllarca dinlemediği o kadının şimdi artık tek laf edemeden duyduğu tüm sırrı, adamı hem hayata döndüren ve hem de onun ölümünü kesinleştiren bir kuvvet saklıyor.   

İnsan, tam da bu hikâyede olduğu gibi, sakladıklarını anlatarak diriltebilir ölü olanı; ama onun yeniden hayata tutunması için değil de “tarihin çöplüğü”ne gömülebilmesi için… Ama muhtemel olan bir şey de, hem Anna’nın ve hem de Melahat’in başına devrilendir herhalde: Enkaz, geçmişin enkazı! Öyle kolaylıkla gömülemeyen, gömüldüğünde de terk etmeyen, bir anda geri dönüveren…

Hayatın katillerini tamamen gömecek kadar – gömmek dediğim, her manasıyla gömmek! – kuvvetli bir sesin yokluğu/azlığı/kısıklığı ve bu sebeple sürekli ve sürekli üzerimize devrilen koca bir enkazın her yanından sızan tüm o horlamalar, ayak sesleri, gölgeler… Bir de tüm bu geçmişin üstüne, bugünün karanlığı… 

Jilet mi, uyku ilacı mı deva?

Hançer mi yoksa?: “Kadın yavaşça gözlerini açıyor tekrar. Rüzgâr çıkıyor ve...”****

***

* Roald Dahl, ‘Son perde’, Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle Kadınlığın 21 Hikâyesi içinde, ss. 11-39.

** Peride Celal, ‘Melahat hanımın düzenli yaşamı’, Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı: Öyküler içinde, ss. 11-24.

*** Atiq Rahimi, Sabır Taşı.

**** A.g.e., s. 103.