Başkanlık Sisteminin Tarihi, Tayyip Erdoğan'ın Özlemi
Murat Belge

“Başkanlık Sistemi” sözü tartışma gündeminin tamamını kaplamaya başladı. Muhtemelen en az seçime kadar da bu en baştaki yerini koruyacak. Bu adla anılan yöntemin kendi hayal ettikleri bir biçiminin Türkiye’de geçerli sistem haline gelmesini isteyenler, bunu daha çok “etkililik” (“efficiency” anlamında) başlığı altında toplanacak özelliklerinden ötürü savunuyorlar. Karşı olanlarsa diktatörlüğe de varabilecek bir otoriterleşmenin yolunu açacağı kaygısıyla itiraz ediyorlar. Onların bu itirazına karşılık, iktidar çevreleri, ilk ağızda, Amerika’daki sistemi işaret ediyorlar. Tartışmanın kaynağı olan Tayyip Erdoğan “Amerika’da padişahlık var mı?” diyerek bunun altını çizdi.

Daha önce de yazmıştım bu konuda. Ancak Türkiye böyle bir ülke: insan hayatı boyunca aynı şeyleri yazabilir, çünkü bir şey değişmiyor. Değişmediği gibi, “entelektüel tartışma”nın “siyaset pratiği”ni herhangi bir şekilde etkilemediği de söylenebilir.

Gene de –ve kendi başına önemli bir olay olması hasebiyle– Amerika’nın başkanlık sistemi, oluşumu ve işleyişi üstüne bir şeyler söylemeye çalışayım. Bugünlerde gazete (Taraf) yazılarında da değindim, ama yalnızca “değindim”. Şimdi anlatıyı biraz daha uzun tutabilirim.

Amerika Birleşik Devletleri olacak on üç “koloni”, 1783’te, Büyük Britanya’nın bu kolonilerin bağımsızlığını tanıdığı Paris Barış Antlaşması’nı imzaladılar. 1774’te toplanan Kıta Kongresi’nden (“Continental Congress) biçimlenen Meclis (Congress) de 1784 başında bunu onaylayarak resmîleştirdi. 1787’de Anayasa çalışmaları başladı (25 Mayıs’ta Philadelphia’da). Çok sürmeden, 17 Eylül’de metnin yazımı bitti. İlk onaylayan “devlet” Delaware oldu. Dokuzuncu devlet olarak New Hampshire onayladığını ilân edince yürürlüğe girdi. Ama resmen kabul edilmiş Anayasa olması 1789’u buldu. İlk senatörler de 1788’de seçildi. Bu aşamada Başkan’ı Meclis seçiyordu. Hazır bulunan 69 üyenin hepsinin oylarıyla, George Washington, Mart’ta başkan seçildi; töreni Nisan’da yapıldı.

ABD, böylece, dünyada bilinen ilk “modern” cumhuriyet olarak yeni tarihini yaşamaya başladı. Bu süreçte Anayasa da çeşitli Ek’lerle (“Amendment”) bazı değişiklikler geçirecekti.

Amerikan Anayasası’nın tarihine, oluşumuna bakarken genel olarak Hannah Arendt’in On Revolution kitabındaki yaklaşımını paylaşırım. Dünya demokrasi tarihinin değer verdiğim bir evresidir.

Amerika’da Anayasa resmen yürürlüğe girerken Avrupa’nın önemli olayı bunu birkaç ay farkla izleyen Fransız Devrimi’ydi. Kıtanın ilk demokratik devrimini yapan Britanya epey bir süredir meşruti monarşi rejimi yaşıyordu ama başka her yerde mutlak monarşi egemendi.

Britanya Kralı’nın iradesine tabi olan Amerika kolonileri bununla yaşayamamış, Britanya’dan ayrılmıştı. Nihaî karar verici (Kral) olmayınca, onun yerini ne alacak, kim olacak? Kararları büyük ölçüde Congress (Meclis o zaman tek “kamaralı”) vermişti; Başkomutan Washington vermişti (onu buraya tayin eden de Congress”ti). Bir “anayasa ihtiyacı” böyle doğdu: Amerikan toplumunun hayatını yaşamak için uyması gereken ilkeler, bunları bir sistematik içinde bir araya getiren bir metin. 1786’da beş devletin delegeleri, Maryland devletinde Annapolis kentinde (Congress o yıllarda burada toplanıyordu) Meclis’in böyle bir metin üretmesi talebinde bulunmuşlar, talep kabul olunmuştu.

Yani Amerika’nın Başkan’ı, Monarşi’yle yönetilen ülkelerdeki Kral’ın “muadili” olmak üzere tasarlandı. Çoğu Kral’dan farklı olarak bu Başkan’ın üzerinde uymakla yükümlü olduğu bir Anayasa vardı; ama Anayasa çerçevesi içinde yeterince yetkisi olmalıydı.

Bağımsızlık Savaşı sınamasından başarıyla geçmiş bulunan Amerikan toplumu geleceğe iyimser bakıyordu. Yetenekli ve özgür insanlardan oluşan bir toplum olduğuna inanıyordu. Başkan da, bu yetenekli insanlar arasında en yetenekli bireylerden biri olarak seçilecekti. O halde bu yetenekli insanın önü açık olmalıydı. Bu da, onu gerekli yetkilerle donatmayı gerekiyordu.

Gene başlangıçta, en çok oy alan (Meclis’te) Başkan, ondan sonra gelen de Başkan yardımcısı seçilirken 1803’te XII. Ek’ten sonra Başkan adayı kendi yardımcısını seçmeye başladı. Hükümetini de kendi kurar Başkan, bakanların Meclis’ten olması gibi kurallara bağlı değildir, ama Meclis’in bakanları onaması gereği vardır.

Tayyip Erdoğan gibi politikacılara, ABD Başkanı’nın bu geniş yetkileri çekici geliyor. Artık Meclis’in değil, doğrudan halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı’nın daha geniş yetkilere sahip olması gerektiğine inanıyorlar.

Amerika’nın yönetim sisteminde “Başbakan” diye biri yok. Orada Başkan, ilk günden beri, yürütmenin başı olarak düşünülmüş. Burada ise yürütmenin dışında duran, temsilî ve simgesel yeri olan Cumhurbaşkanı geleneğinden geliyoruz. Tabii Kenan Evren ve onu izleyen Turgut Özal ile Süleyman Demirel bu simgesel konumla yetinemediler ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı sıfatıyla birçok güncel siyasî olaya “müdahil” oldular. Gene de, bu daha eski “Cumhurbaşkanı tipolojisi’nin oluşturduğu alışkanlıklar var. Ayrıca, Başbakanlık konumu orada durdukça, bizim “sistem” de Amerika’dan fazla Fransa’yı model almak, bu iki makamın yetki alanında nasıl bir işbölümü ilkesi uyguladığına bakmak gerekecektir.

18. yüzyılın sonunda Amerikalılar iyimserdi. Ama sersem değillerdi. “Absolute power corrupts absolutely” bilgeliğinden haberleri vardı. Onun için de, bir yandan Başkan’ı yetkilendirirken, bir yandan da, çığırından çıkmış bir Başkan’ı denetim altında tutacak tedbirler aldılar. Başkan’ın yapacağı işler için bütçe hazırlaması ve bunu Congress’e onaylatması koşulu, bütün sorunları pratik bir biçimde çözdü. Kuruluş yıllarının kahramanları seçkin insanlardı. George Washington’ın çevresinde John Adams, Thomas Jefferson, Benjamin Franklin, Samuel Adams, John Hancock, Patrick Henry, Alexander Hamilton, James Madison, John Jay (bazıları sonradan Başkan seçilecek) v.b. son derece bilgili ve akıllı insanlar vardı. Montesquieu’den, Kuvvetler Ayrılığı’ndan haberleri vardı. Yasama ile Yürütme arasında kurdukları dengenin yanısıra, üçüncü erk olan Yargı’yı da sisteme ve Anayasa’ya gerektiği gibi eklemlediler. Bu, hem Yasama’yı, hem de Başkan’ı denetleyen bir başka merci oldu. Ayrıca da, “Impeachment” denilen Başkan’ı sorgulama ve yargılama yetkisini gene Yasama’ya uygun gördüler.

Tayyip Erdoğan’ın istek ve taleplerinin şu anlattığım gidişatla ne ilgisi var. Bir kere, işin en başında ve ilkeler düzeyinde, Tayyip Erdoğan “Başkanlık Sistemi” dediği şeyi Kuvvetler Ayrılığı’nı sona erdirmek ve kendi başkanlığı altındaki Yürütme’yi mutlaklaştırmak için istiyor. Türkiye’de hâlen uygulanan sistemde Yasama zaten Yürütme’nin yedeğinde. 12 Eylül yasalarının verdiği yetkilerle, Parti Başkanları, milletvekillerini kendilerine bağlı kuklalara çevirmek için gerekli mekanizmalara sahipler. Dolayısıyla burada Tayyip Erdoğan’a öyle fazla yasal ve anayasal yetki gerekmiyor. Burada pürüz Yasama ile Yürütme arasında olmaktan çok Yürütme’nin kendi içinde: sorun, “kim yürütecek?” sorunu. Başbakan mı, Cumhurbaşkanı mı? Buna Tayyip Erdoğan’ın ne cevap verdiği belli. Anayasa’ya kendi istediği kıyafeti giydirmeden önce de, yetkileri kendi elinde tutuyor. Sarayı’ndaki ofisleri v.b. düzenleyerek işleri daha da sık bir şekilde kendi eline almaya hazırlanıyor. Bu yeni sistemde Başbakan onunla hükümet arasında kuryelik yapacak birine dönüşür (ya da bu “rütbe” toptan lağvedilir). Zaten, “fuzulî” hale gelen, yalnız Başbakan da değil. Saray’daki ofisleri dolduranlar tam kapasite çalışmaya başladığında hükümet de “hariçten gazel okuma” durumuna gelir.

Yürütme ile Yasama arasında olmayan gerilim Yürütme ile Yargı arasında var: önemli bir siyaset değişikliği olmaz ise, kurumlara bugün verilmiş biçime baktığımızda, bir süre sonra bu gerilimin ortadan kalkacağını, yani Yargı’nın da Yürütme’nin Yargısı olacağını tahmin edebiliriz. Büyük çapta bir “tayin” politikasıyla Yürütme’nin, yani Erdoğan’ın hoşlanmadığı yargıçların tasfiyesi başladı. Hukuka göre değil, Erdoğan’ın isteklerine göre kararlar veren yargıçlar şimdiden faaliyete geçtiler. Bütün bunlara rağmen, Yargı’nın Yürütme’ce fethi henüz tamamlanmış değil. İstenen hıza ve istikametlere ulaşılması daha bir miktar zaman alacaktır.

Erdoğan’ın Başkan ideali, Amerika’daki gibi bir Kuvvetler Ayrılığı düşüncesini değil, Amerika’nın reddettiği “mutlakiyet” özlemini içinde barındırıyor. Bunun için Erdoğan devletin klasik üçlü işbölümüne toptan egemen olmakla yetinmeyip zaman zaman “dördüncü erk” denilen yayın hayatını da tekeline almaya çalışıyor. Böyle bir şey Amerika tarihinin herhangi bir aşamasında tasavvur edilebilir olmadı. Ama burada mümkün. Klasik yönteme uymadan, yani yargı yoluyla, dava açarak v.b., medyayı susturmadan, her birinin kırk tarakta bezi olan “medya patronları”nı iş alanında tehdit ya da teşvik ederek yapılabilir bir iş. “Alo Fatih” sistemi kurulunca, yapılacak iş “kendine sansür”e dönüşür, dolayısıyla “baskıcı siyasi yönetim” demek de güçleşir. Burada Erdoğan’ın ve yandaşlarının tuhaf ve görünüşte paradoksal, ama aslında gerçekçi bir stratejisi zaten var. İlk seçimin kazanıldığı 2002’den beri hayatını AKP’ye saldırmaya adamış ve bunu oldukça düzeysiz bir biçimde yapan bir kesim var. İktidar, böyle kişilerce yürütülen muhalefete pek ses çıkarmıyor, müdahale de etmiyor. Böyle bir muhalefet muhtemelen kendi oy tabanlarının kenetlenmesine, daha büyük bir şevkle iktidara sarılmasına yol açtığı için faydalı bir rol oynuyor; aynı zamanda, “Bakın, bize böyle saldırıyorlar da istifimizi bozmuyoruz,” demelerini sağlıyor.

Ama ölçülü ve aklı başında muhalefete, eleştiriye tahammülleri yok. Bunlar için öteki yöntem uygulanıyor: işten attırmak! Basit.

Gelelim gene Amerika’ya. Amerikan toplumunu, öncelikle dinini bildiği, inandığı şekilde yaşamak isteyen insanlar kurdu. Yani, bu kuruluşun ardında “merkezkaç” bir felsefe yatıyordu: “Puritan Fathers” hikâyesi. Bunlar küçük teokratik cemaatler halinde yaşadılar. Toplum büyüdükçe, modernleşmenin o aşamalarının mantığına da uyarak, merkezileşmek zorunluğu dayatmaya başladı. Bağımsızlıkla birlikte, “Federal mi/Konfederal mi?” tartışması başladı. Kuzeyle güneyi ayıran tek sorun değildi kölelik. Onun da bağlı olduğu, tarımsal toplum/sınaî toplum ayrımı vardı; bunların kaçınılmaz sonucu, “yüksek gümrük/alçak gümrük” sorunu vardı. Bunlar ancak –ve bir dereceye kadar– İç Savaş’ta kurala bağlanabildi. Bugün hâlâ, “idam cezası” olmalı mı, olmamalı mı, her “devlet” ayrı karar veriyor; böyle bir konuda federal devlet herkesi bağlayan bir yasama yapamıyor.

Sözün kısası, Amerika adem-i merkeziyetle başlayan bir “çıkış noktası”ndan sonra, tarihle itişe kakışa bu “merkezileşme” aşamasına geldi. Biz ise merkeziyetçiliğin mutlak egemen olduğu bir anlayış ve uygulamadan geliyor ve bundan kurtulmak için pek de başarılı olmayan bir mücadele veriyoruz. Bu mücadelenin bugünkü aşamasında Tayyip Erdoğan’ın talep ettiği türden “Başkanlık” elbette ki merkezileşmeyi güçlendirmeye yarayacaktır. Orada bir farklılaşma getirecektir, yani, bu ülkenin geleneksel (çoğunlukla bürokratik) seçkinler keyfiliğinin yerine, çoğunluklara politikalarını benimseten bir plebisiter keyfîlik (her an diktatörlüğe dönüşebilecek bir şey) koyacaktır. Ama sopayı sırtına yiyen kişinin durduğu yerden bakınca, sopayı tutan elin eldiven giymiş olması ya da olmaması çok önemli değil.

Amerikan Anayasası ve onun tanımladığı Başkanlık, devletin erkleri arasındaki karşılıklı ilişkileri düzenlemesinin yanısıra, Amerikan tarihinin büyük kısmının üzerine oturduğu merkez/çevre dengesini de kolluyor. Tayyip Erdoğan’ın değerler dünyası bu tür her dengeyi yok etmek için (örneğin “dindar nesiller yetiştirmek” için) Başkanlık hedefine takılmış durumda.

“Başkanlık sistemi olursa gelen sistem de ‘federal’ olur,” diyenler var. Bu da, gene, Amerikan modeline bakarak yapılmış bir çıkarsama. Orada, evet, örneğin valileri de halk seçiyor, İçişleri Bakanlığı tayin etmiyor. Bu da, o Kuvvetler Ayrılığı ortasında, merkeze karşı çevrenin özerkliğini destekleyen bir şey.

Ama bu değil Tayyip Erdoğan’ın zihnindeki tasarım. Bu sonucu vermesini gerektirecek herhangi bir determinizmi de yok, onun tasarladığı sistemin.

Tayyip Erdoğan bu konuda çok bir şey söylemedi ama tuttuğu yolun mantığı onu “devrim muhafızları” tipinde bir örgütlenmeye götürecektir. Bir yanda klasik devletin klasik polisi, jandarması, klasik görevlerini yerine getirebilir. Ama onların yanısıra –İran’da veya Suudi Arabistan’da, araları açık bu iki İslâm ülkesinde olduğu gibi– daha çok dinin emirlerine uyulup uyulmadığını kollayan bir tür milis meydana gelebilir. Hitler’in SA’larına da benzeyebilir bu örgütlenme. Şiddet tapınması kaçınılmazdır.

Bunlarla “federalizm” bir arada...

Tayyip Erdoğan’ın lûgatında farklılık, çeşitlilik gibi şeyler yok – daha doğrusu “olumlu değer” olarak yok. Onun büyük rüyası, homojen ve standart bir Müslüman toplum: itaatkâr, önderine sadakatle bağlı, başka düşünce biçimlerine karşı hoşgörüsüz. Yani, çok sayıda küçük ve yetkisiz Tayyip Erdoğan’dan oluşan bir toplum. Partisinden bir milletvekilinin geçenlerde söylediği gibi, önde imam ve bekçi, mahallelinin ev basmaya gittiği bir “hayat tarzı.”

Özlediği Başkanlık toplumu buraya doğru gitmek içindir; federalizm için değil.