“Bu tarla meselesi mi ki zamanaşımı olsun?”
Pınar Öğünç

Derler ki Singapur’da sokakta sakız çiğnemenin para cezası varmış. ABD’nin Pennsylvania eyaletinde banyoda şarkı söylemezmişsiniz, Hollywood Bulvarı'nda iki binden fazla koyun varsa araba kullanmak cezaya tabiymiş.

Ara ara anaakım medyada böyle derlemeler görürsünüz. Kimse doğru mu diye kontrol etmez. Çünkü doğruluğundan ziyade varlık ihtimali bizi ilgilendirir. Bu derlemeler öncelikle dünyanın her yanında yasalarla “saçmalanabileceğini” hatırlatarak rahatlatır. Hollywood Bulvarı’ndaki koyunlara dair hüküm gibi çağla denk düşememiş yasa koyucunun parodisini yapar. Bir yandan da her birinin yazılı kural haline gelişinin ardında bir hikâye olduğunu hissettirir, bir tür hukuk folkloru koyar önümüze. Bir nedeni vardır, dedirtir.

“Seni duymamamın da zamanı doldu”

Cezasızlık, insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’un bir kampanyası üzerine konuşmak için lafa neden buradan girdim? Sonuçta polis şiddeti davalarından siyasi cinayetlere, oradan yolsuzluk davalarına, devletlerin alenen ve de hemzemin derinlikleriyle işlediği tüm suçlara karşı kendi kalkanını hukuk yoluyla yarattığını biliyoruz. Yasaların yapılma, torbalara tıkılma sürecinden uygulanmasına uzanan bir süreç bu. Cezasızlığın, bunun hayata geçiş yollarından olan zamanaşımının bir yönetim biçimi, siyasi tercih ve bir şiddet türü olduğuna da kimin itirazı olabilir? Medya ve muhtelif toplumsal sessizlik mekanizmalarıyla bunun bir kültür yarattığına ya da.

Karşımızdaki uzun masada sırayla konuşuyordu bazı kadınlar, erkekler. Mesela Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak “21 Mart” diyordu. “Ben aşındım, bedenim, ayaklarım, yollardaki gözlerim aşındı. Zaman aşınması ne?” diye soran Hanife Yıldız için o kadar bile zaman yoktu. Murat Yıldız dosyası 23 Şubat’ta kapanacaktı. Fehmi Tosun’un adalet arayan eşi Hanım Tosun için dosyanın zamanaşımına uğrayacağı ay ekimdi.

Karara itiraz edildi ama Hayrettin Eren dosyası geçen haftalarda zamanaşımına uğradı bile. Elmas Eren de oradaydı. Dosyası aynı “kaderi” paylaşan Ferhat Tepe’nin annesi Zübeyde Tepe de.

Kiminin oğlu, kiminin eşi. Kimi açıkça gözaltına alınmış, kimi kaçırılmış. Ondan sonra yok oluyorlar. Düzgün bir soruşturma, yargılama yok, açıklama yok, mezar yok. Bu insanlar 1990’la başlayan o yıldan beri adalet diye çırpınıyor ve bunu duymaya zaten tenezzül etmeyen devlet diyor ki: Artık seni duymamamın da zamanı doldu. 20 yıl geçti, zamanaşımına uğradı. Bitti. Artık sus.

“Siz de bize borçlusunuz”

Cumartesi Anneleri’nin (İnsanları’nın) kayıpları için sürdürdüğü mücadele Türkiye tarihinin en uzun süren, belki tüm kesimlerce en fazla bilinen politik eylemi oldu. Galatasaray’da gaz, cop, gözaltılarla başlayan oturma eylemleri inatları sayesinde simgeye dönüştü. Fakat hâlâ Cumartesi Anneleri’nin cezasızlık ve zamanaşımıyla sınanmasındaki pervasızlığı kavrayamadığımızı düşünüyorum bazen. “Yeni Türkiye” diye diye başı dönenlerin, “Eski Türkiye”ye ait farz ettikleri bu suçlara, dönemin başbakanı Erdoğan’ın tutmadığı sözlere yaklaşımı zaten başka olacaktır. Ama bir de sessiz kalanlar var. Belki içten içe üzülerek bu davaları geçmişe dair acı bir parantez olarak ananlar. Keşke olmasaydı ama olmuş, der gibi. Geçmişe dair “saçma” bir yasadan, bir hukuk skandalından söz eder gibi. Belki sadece hisli cümlelere sıkışmış, bugünsüz bir ilişki kurarak... Bu meseleye duygusuz yaklaşmayı zaten aklım almaz, kayıp yakınlarından biriyle tanışıp gerçekten dinlediyseniz, eylem, mücadele, devlet mefhumlarına başka türlü bakarsınız zaten; kendi hayatınızı kavrayışınız değişir. Söz ettiğim başka bir şey.

Ağzından hakikaten tek kelime, oğlu Rıdvan’ın ismi çıktığından Asiye Karakoç’un yerine diğer oğlu Hasan Karakoç da konuştu o gün. Artık ne dese tekrar gibi hissettiğini söylüyordu. Haklıydı. “Bu tarla meselesi mi ki zamanaşımı olsun?” diyordu. “Sessiz kalanlardan da davacıyız” diyordu. Haklıydı. Salona “Siz de bize borçlusunuz” dedi, “90’larda kayıplar ardı ardına o kadar hızlı yaşanıyordu ki, bu eylemi başlatmamızla en azından onlar kesildi. Belki bu salondan biri de zorla kaybedilmiş olabilirdi”. Bunda da haklıydı. Kafam daha netleşti dediğiyle. Kıymetlidir ama yetmez; kayıp yakınlarının acısına eşlik etme meselesi değildi bu, borçtu. Bunun yanında Gezi davalarında failler devlet eliyle bir bir cezasızlık şemsiyesine alınırken, cezasızlığı kemikleştirecek “güvenlik” yasaları hazırlanırken, bu yoldaki mücadelenin a’sıydı.


Kayıp yakınları ve hak savunucuları, 31 Mayıs’a kadar sürecek “Cezasızlığa son, adalet istiyoruz” başlıklı bir kampanya başlattı. Diyorlar ki: “Türkiye acilen Birleşmiş Milletler (BM) Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’sine, BM Savaş Suçları Ve İnsanlığa Karşı Suçlar Bakımından Kanuni Sınırlamaların Uygulanmayacağına Dair Sözleşme'sine, Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlar Bakımından Kanuni Sınırlamaların Uygulanmayacağına Dair Avrupa Sözleşmesi'ne, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni kuran Roma Statüsü'ne taraf olmalıdır.”

Hazırladıkları cezasızlık yasa tasarısını ve gerekçesini şuradan okuyabilirsiniz: link