Vahim Bir Özdeşleşme Öyküsü (I)
Erdoğan Özmen

Bu yazının çıkış noktası bir durum tespiti bir de gözlem. Sorusu da buna ilişkin: Her ikisini bir arada düşünmemize ve arada bağ kurmamıza yardımcı olacak bir teorik dayanak bulabilir miyiz? Tespit, bu ülkede yaşayan hemen herkesin bildiği, şahit olduğu, ilk başlarda şaşırarak karşılıyorken artık kanıksadığı yaygın bir duruma ilişkin: Bazı istisnai haller hariç –bu kaydı da bildiğimden değil, sadece ihtiyaten ekliyorum–, Müslümanların tamamı, okumuşu okumamışı, yazarı çizeri, kanaat önderi teknisyeni, erkeği kadını, siyasetçisi bürokratı, televizyoncusu gazetecisi, profesörü asistanı başka hiç kimsenin acısına, feryadına, mahrumiyetine, kimsesizliğine, çaresizliğine, ölümüne, kaybına niçin bir ses, soluk olmazlar? Böylesine duyarsız, uzak, anlayışsız, umursamaz olmaları, içlerinin bu denli katılaşmış olması nedendir?  

Toplumsal/sınıfsal, etnik, dini, kültürel herhangi bir düzeyde ortaya çıkan, herhangi bir sınıfın, topluluğun, grubun uğradığı zulme, gaddarlığa, adaletsizliğe niçin hiç –ama hiç- itiraz etmez, karşı durmazlar? Grev hakkı gasp edilen işçiler, inşaat/maden çarkında yok olan emekçiler, sokaklarda coplanan kamu çalışanları, dereleri ovaları kurutulan köylüler, aşağılanan kadınlar, öldürülen gençler, yavrusunu kaybetmiş analar için bir kerecik bile olsa seslerini yükseltmeyişlerinin,

Herhangi başka bir mesele, başka bir direniş, başka bir mücadele, başka bir talep karşısında hep aynı, buz gibi, taş gibi yürekle kayıtsız kalışlarının, onca yalana, iftiraya, hırsızlığa, ahlaksızlığa, zulme, düşkünlüğe edecek tek bir laflarının bile olmayışının bir izahı olmalı.

Özetin özeti: Polisin vahşice saldırısı sonucu girdiği komadan uyanamayıp, sonra da ölen ufacık bir çocuğun arkasından tekrar tekrar lanetler okunurken, acılı anasını kalabalıklar yuhalarken niye hiç içleri acımadı mesela? O korkunç kalabalığın içinde nasıl yer alabildiler?

Şimdi birden fark ediyorum. Aslında apaçık olan bir şeyi, yine de emin değilmişim gibi sanki,  soru biçiminde dile getirmek için basbayağı uğraşıyorum. En acıklı olan da bu belki. Çok fazlalar çünkü. Bu ülkede güven ve aşinalık hissinden kopmadan, kaygısızca bir hayat için, çocuklarımızın iyiliği hatırına, toplumsal sahneye  “yine de bir kalpleri ve vicdanları varmış” diye düşünmemizi sağlayacak bir eylemlilik ve varoluş tarzıyla çıkarlar ümidini tümden kaybetmemek için olmalı. Bu arzuyu/hayali  yine de canlı tutmak için belki de…  

Gözlemim ise şu: Temsil edici ve öne çıkan özellikleri, ideolojik/politik/kültürel formasyonları ve temel saikleri bakımından AKP’nin gövdesini bir yelpaze gibi düşünüyorum. Bir ucunda İslamiyetin aşırı/uç ve irkiltici yorumlarını sahiplenen, feci niyet ve emellerini hiç gizleme gereği duymayan, hepimizi berbat ve karanlık zamanlara çağıran bir topluluk ve zihniyet; diğer ucunda ise en az ilki kadar fütursuz ve gözü dönmüş olan, ama bariz bir dini aidiyet taşımadığı, kişisel çıkar/güç/iktidar hevesiyle hareket ettiği izlenimi veren ve temsil ettikleri rekabetçi, yıkıcı, her şeyi kendine hak gören, herhangi bir ilke ve değer tanımayan siyaset ve zihniyet tarzıyla hızla AKP’nin temel gövdesini kuşatan daha geniş bir grup. Yalan, yağma, hırsızlık ve rüşvet çarkı esasen bu grubun bünyesinde yoğunlaşmış görünüyor. Asıl arzuladıkları şey despotik, hukuksuz ve kuralsız bir çalma-çırpma düzeni. Ortada ise eski “Milli Görüş” geleneğinin taşıyıcısı olan, iki ucu tamponlama/yapıştırma işlevini üstlenmiş ve uzun zaman merkezi tutmuş görünen ama giderek tasfiye olan ve yeri yukarıda anılan ikinci grup tarafından istila edilen nispeten ‘ılımlı’ grup.* Her birinin güncel pozisyonları ve tavırları da büyük ölçüde karşılıklı ilişkileriyle belirleniyor: İki ucun giderek daha çok etkinleşmesi ve öne çıkması hem birbirini besliyor hem de merkezin gerilemesinden, ağırlığını ve insiyatifini kaybetmesinden besleniyor sanki. Eski “Milli Görüş” gömleğini yeniden giymekten tümüyle farklı –hatta zıt bir şeyden söz ediyorum. Şu da var: Totaliter figürün etrafında kümelenmiş, insani hiçbir değerler setine yaslanmayan, günübirlik çıkar ortaklıklarıyla pozisyon belirleyen, ortak bir kökenden, inançtan ve tarihten yoksun gözü kara ve şirret bir topluluğun (bünyevi olarak bu özellikleri en kusursuz biçimde temsil edenlerin medya sektöründe bulunması da ayrıca önemlidir belki) merkeze yerleşme ve hakim unsur olma hamleleri, bundan sonra dini hassasiyet, kural ve buyrukların daha hoyratça ve daha tehlikeli biçimde kullanılacağı ve suiistimal edileceği bir siyasal söylem eşliğinde yürüyecek muhtemelen. Aleni ‘İbadet’ performanslarına daha sık tanık olacağız sanki. Halihazır kutuplaşma ve ayrışmayı daha da keskinleştirme amacına matuf bu sakınmasızlık ve fütursuzluk beklentim umarım yersizdir.      

Söz konusu gözlem ve tespiti birleştiren ve daha derin bir düzeyde belirleyen, içeriklerini, yönünü ve ivmesini tayin eden bir yapısal özellik ya da toplumsal/siyasal dinamikten söz edilebilir mi? Ömer Laçiner’in Birikim Haftalık’taki “Mediokrasiye Karşı” yazısı da aynı bahsi açıyor sanki:    

R.T Erdoğan’ın ortalama üzeri bilgi ve zeka sahibi bir kahve ahalisinin bile kolayca göreceği yanlış, çarpıtılmış bilgiler, sığ ve basmakalıp “fikir”lerle bezeli nutukları ile “yön gösterici lider” konumunu edinebilmesi; ahlâki sağlamlığını karartan gayet ciddi iddialara boş verilmesi; onun siyasal maharetinden ziyade, bu özelliklerin iktidarının omurgasını oluşturan orta (vasat) sınıfın özellikleri ile “örtüşmesi” ile açıklanması gerekmez mi? Daha somut ifade edersek; kendi hayat tarzının, varoluş biçiminin ve amaçlarının fikri ve ahlâki içeriği ile lider ve kadrosununkiler arasında bir nitelik farkı görmeyen, farkın sadece nicelikle olduğunu bilen bu geniş orta sınıf, onların şahsında doğrudan doğruya kendisinin, ama her şeyiyle kendisinin iktidarını “yaşıyor” gibi değil midir?

Önce bir ara not: Her birimiz, iç dünyalarımızda farklı ruhsal örgütlenmelerin (en temelde psikotik, nevrotik, sapık olmak üzere) nüvelerini aynı anda muhafaza ederek, taşıyarak var oluyoruz. Başka bir söyleyişle; en olgun ve gelişkin halimizde bile, en ilksel, en basit, en ilkel yapı ve eğilimler içerilmiş durumdadır. Bu yüzden, insan varlığı doğası itibariyle eksik ve tamamlanmamıştır. Kendini kusursuz/mükemmel kılmaya izin vermeyen bir doğadır bu. Kendini gerçekleştirmesi bu tamlık/mükemmellik obsesyonundan kurtulma koşuluna bağlıdır. Kritik olan soru şu: Hangi yapı baskın halde, diğerlerini belirlemekte ve kendine tabi kılmaktadır? Kendine özgü nitelikleri, savunma, çatışma ve özdeşleşme kiplerini karakterimize kazıyan asıl olarak hangisidir? Her birimizin kendi kişisel tarihi, travmaları, kayıp ve yoksunlukları, ya da yapısal yatkınlıklarıyla olduğu kadar içinde yer aldığımız toplumsal, kültürel, ideolojik koşullar tarafından da tayin edilen bir mesele bu. Her çağın baskın bir öznellik biçiminin olmasının gerisindeki dinamik de aynı. Belirli bir süre ve yoğunluk şartını karşıladığı ölçüde mevcut toplumsal/kültürel iklim hangi yapının etkinleşerek kişiliğimize asıl rengini vereceğini kararlaştırabiliyor.

Uzun bir hikâyenin şu kadarını söylemekle yetinelim: Gerek küresel gerekse de yerel ölçekte belirleyici olan güncel toplumsal/ekonomik/siyasal ve kültürel koşulların öznellik düzeyindeki en net sonucu, daha immatür, daha ham ve ‘ilkel’ ruhsal yapı ve savunmalar düzeyine gerilemiş olmaktır. Kant’ın ve Freud’un esaslarını saptadığı, suçluluk duygusu ve eleştirellik kapasiteleriyle mücehhez normal/nevrotik öznenin yerini psikotik, borderline ve narsisistik karakter özelliklerinden muzdarip özne almıştır bugün. En temelde parçalanma ve yok olma korkuları, derin bir boşluk duygusu, içsel tutarlılık ve süreklilik duygularının eksikliği, paranoid anksiyete, bunaltıcı bir kimliksizlik/özdeşsizlik duygusu, ötekiyle bağ kuramama, şiddetli yetersizlik ve utanç duyguları, güdük kalmış bir empati ve vicdan kapasitesi  gibi ruh ve karakter özelliklerinin (yani günümüzün yaygın  semptom profilinin)   gerisindeki hikayedir bu. Bu bağlamda psikanalitik literatürde “yansıtmalı özdeşleşme” (projective identification) denen kavram –ve onun işaret ettiği savunma ve ilişki örüntüsü– eşliğinde düşünmek zihin açıcı olabilir. Buradan devam etmek üzere.     


* Tamamıyla kendi düşünme sürecimi kolaylaştırmakla sınırlı olarak, eğer psikiyatrik/psikolojik bir yelpaze tasavvur etsem şöyle derdim: İlk uç psikotik/şizotipal (iyiden iyiye tuhaf, başka bir gerçeklik düzleminde yer alan anlamında), ortadaki küme histerik/obsesif kompulsif (‘normal’/nevrotik) sonuncusu ise paranoid/narsisistik/psikopat. Bu, grupları temsil edici somut şahsiyetler bakımından da bayağı uygun olurdu.