Az Söz...
Meral Akbaş

Bir alanın, o alanda meydana gelen bir “olay”ın öncesi ve sonrasıyla, şimdisiyle tüm görünümünün sözle nasıl sınırlandı(rıldı)ğı üzerine biraz düşünmek gerekiyor sanki. Sözün darlayan, içine alan ve içine aldığıyla başka bir ses/söz/cümle imkânını dışarıya atan ya da en iyi ihtimalle askıya alan sınırlarından bahsediyorum; bir an önce ve aceleyle herhangi bir meselenin etrafını saran ses ve söz dumanından... Böyle zamanlarda işte, “basit” bir öfke ve sadelikle kurulan, başı sonu rüzgâr alan, üzerine “çok” düşünmeden de kabul ediliveren cümlelerle konuşmak istiyor insan, durmadan: “Biz de sizi seviyoruz!”  

Yaşamakta olduğunu hatırlamak ve her katliam ertesi yeniden hatırlanan ya da hatırlatılan bu fikirle “kısa, ilave, uzatılmış” [1] hayata devam etmek için söze, sözle sınır koymaya ihtiyaç duyuluyor. Gidenin, artık gitmiş olanın ardından söylenen tüm o şüphe dolu kötü sözlerin, gidenle, gitmiş olanla değil de kalanla, geride kalanla konuşan bir yanı, kalanı hayatta tutmaya, yaşatmaya dair bir derdi var. Öldüren ve öldürdüğünü seyrettirerek kalanı yaşamaya mecbur bırakan devlet değil sadece; başkalarının hayattan vazgeçmesine özürler bularak hayatta kalmak da, “büyük oyun”u – hazır, komplolar ve komplolar akıllarımızı sarmışken “oyun” diyeyim, “büyük” diyeyim de “pek manidar” olsun! – devam ettiriyor. Yani hayatın, ölümlerin ardından bir çırpıda dile gelen kaybedilmiş/harcanmış hayatlar teşhisiyle de üretildiğini söylemeye çalışıyorum; “Hayat Var!” ama hayat, onu kaybedenlerin, onu kaybettiği ilan edilenlerin varlığıyla var!  

Ayhan Yılmaz, Okmeydanı’nda öldürülmüştü. Uğur Kurt’un öldürülmesinden sonra... Onun artık ölü olan bedeninin etrafında ellerinde silahlarla, yerde yatanın ölmüş olduğunu bilmenin rahatlığıyla gezinen polisleri hatırlıyorum... Önce isimsizdi Ayhan Yılmaz; sonra kimsesiz ve meczup... Ailesinin sessiz kalma isteğiyle kimsesiz değil belki, ama sahipsiz gömüldü... sahiplenilmeden... Ayhan Yılmaz’ın isimsiz, ve sonra kimsesiz, ve sonra sahipsiz ölüsünden, geride kalanların payına düşenin “hayat” olduğunu söylemeye ne gerek?!!: “Hayatın “varlığı” seçici bir yaklaşımla tesis edilir; dolayısıyla bu “varlığa” iktidarın işleyişlerinin dışında kalan bir varlık olarak atıfta bulunamayız.” [2].         

Gidenin ardından fena konuşmaktan önce “hayatın varlığı”nın ağırlığını hissetmek lazım sanki, hayatın devam etmesinin ağırlığını... Hızla ekrana düşen tüm o ölümlerle, katliamlarla, canlı yayınlarda duyulan silah sesleriyle rahat ve rahatlıkla konuşmanın, o eli silahlı devlet-adamların Ayhan Yılmaz’ın hayatta olmamasının imkânıyla etrafta kayıtsızlıkla gezinmesinden ne farkı kalıyor; bilmiyorum ben!: “Çocuğumuzu bize geri getirebilen var mı? Varsa öyle birisi o çıksın ve konuşsun ne derse, ne isterse yapmaya hazırız. Yok değil mi? Susun artık. Berkin öldü.” [3]

Bir dil sürçmesinden daha çok sürekli bir olağanüstü hâlin de “Artık sokağa izinsiz şekilde çıkana bir dakika bile müsamaha gösterilmeyecektir!” denilerek duyurulduğu bir yerde birbirimizi sözlerle boğarak yaşayıp ve yaşatıp gitmenin bir sonu olmalı herhalde... başka bir “ölüm” olmalı...   

 

 


[1] T. Des Pres’ten akt. Giorgio Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv, s. 92.

[2] Judith Butler, Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur?, s. 9.

[3] Berkin Elvan’ın annesi ve babası tarafından 1 Nisan 2015 tarihinde “son mesaj” olarak yayımlanan açıklamadandır.