"Yeni Türkiye"nin Şifreleri
Ömer Laçiner

AKP’yi savunan sözcü ve yazarlar arasında Etyen Mahçupyan, argümanlarının ve mantığının yerindeliği ve ifade kalitesiyle bilhassa dikkat çekiyor. Her bakımdan ağır bir düzey düşüklüğü ile malul bu cenahta, iktidara yönelik eleştirilerin yalpalattığı AKP’li seçmenin nitelikli savunma ihtiyacını Mahçupyan, R. T. Erdoğan ve A. Davutoğlu’ndan çok daha yetkin bir performansla karşılayabiliyor.

Bu başarının temel unsuru, Mahçupyan’ın ötekilerin tam aksine, AKP’ye yönelik olgusal eleştirileri –genellikle– külliyyen reddetmemesi, belirli bir haklılık payı tanıması. Örneğin ne yolsuzluk bahsinde yoktur diyor ne de AKP’nin başlıca sorunlarımıza ilişkin politika ve tavırlarının siyasal etik ve değerler açısından tutarlı, ilkeli olduğunu iddia ediyor. Savunmasına böylece ciddi bir samimilik, dürüstlük enjekte ettiğinde, retorik donanımı ile ikna gücü, misliyle artmış oluyor.

Bu ikna gücünün/yönteminin tam merkezinde Mahçupyan’ın gayet dikkate değer bir anlam/içerik ve işlevsellik yüklediği siyaset kavramı yer alıyor.

Söz konusu “özelliğin” mahiyetini kavramak için hayli özet bir ön açıklama gerekiyor. Malum olduğu üzere siyasetin dinden ekonomiye, estetik-sanattan ahlâka kadar kamusal hayatı oluşturan tüm faktörleri –içermese dahi– ilgilendiren ama bunların hiçbirine indirgenemez olduğu genellikle kabul edilir. Siyasal ideolojiler –pratik düzeyde programlar– ise, bu genel kabul üzerinden söz konusu faktörlerden hangi(leri)nin nasıl bir belirleyicilik, öncelik sırası ile siyasetin şekillenmesi gerektiği sorusu ekseninde oluşurlar.

Hemen görülebileceği üzere buraya kadar anlatılan siyaset, açıklaması yapılabilen paylaşılabilen, iç tutarlılığı, derinliği, çelişkileri, riskleri saptanabilen bir etkinliktir. Böyle olması da normaldir. Çünkü, temel, asli amacı siyaseti bir zümre veya ekibe özgü bir faaliyet olmaktan çıkarıp, onu toplumun tüm –ergin– bireylerinin “temellüküne” veren modern siyasal zihniyet ufku içinde tasarlanmıştır.

Modern siyasal zihniyetin egemenliğinde yaşanan iki yüzyılın bilançosunda, onun başlangıcında var olan amaçlara varıldığı, beklentilerin gerçekleştiği elbette söylenemez. Bu zihniyet çerçevesinde ulaşılabilmiş –istikrarlı– en ileri aşama olan temsili demokrasilerin –bile– buhranından yarım yüz yıldır bahsediyor olmamız da bunu gösteriyor zaten.

İyi de, bu buhrandan çıkış nasıl olabilecektir? Esas olarak iki birbirine zıt yolu var bunun. Birincisi modern siyaset dolayımında “kazanılan”ları –temel hak ve özgürlükleri, yurttaşlık bilincini vb. – geri döndürülemez bir “eşik atlama” addedip, siyasetin anlaşılabilirlik, paylaşılabilirlik özelliğini daha yüksek bir kalite ve değer düzeyine yükseltecek bir “katılımcı”lığın nasıl sağlanabileceğinin yolları üzerinde düşünüp denemek mecrasıdır. İkincisi ise en kestirme ifadeyle “modernitenin bastırdığı”nın “geri dönüşü”ne alan açma, bu alanı genişletme yaklaşımıdır.

Elbette ki bu ikinci yaklaşım modernleşmenin “tarihin çöplüğü”ne ittiği krallıkları, sultanlıkları ihya etmek gibi köhne tasavvurlara indirgenemez. Ancak, o krallık ve sultanlıkların modern siyasetin değer, kurum ve kuralları yükselirken ettikleri “siyaset ayağa düştü” yollu şikâyetleri ve böylece dile getirdikleri siyasetin herkesçe bilinen, kavranabilen ve yapılan bir etkinlik haline gelmesine karşı duydukları kibirli öfke ve kuşkuyu paylaşmadıkları da söylenemez. Onlar siyaseti “düştüğü” bu “aleladeleşme” pozisyonundan –ki örneğin modern siyasetin yürürlükte olduğu yerlerde en fazla eleştirilen, alaya alınan ve kolayca suçlananların “siyasetçiler” olması bu durumun göstergelerinden biridir– çıkarıp; “yeniden” o “en üst etkinlik” statüsüne yerleştirmeyi bu çağın iktisadi, bilim, teknik imkân ve koşullarında gerçekleştirmenin peşindedirler. O nedenle de modern-öncesi, kadim siyaset kavramını bu yeni koşul ve imkânların bilgisi veya sezgisiyle revize edecek bir yaklaşıma ihtiyaçları vardır.

Modern –siyasal– zihniyetin son atılımı olarak nitelenebilecek “1968”in sönümlenmeye başlaması ile birlikte bu yaklaşım giderek öne çıkmaya başladı. Modern zihniyetin ana mecrasının dışına itilen, ama modern sağ siyasal akımların örtük ilgisini daima çekmiş olan Prens yazarı Machiavelli’nin, Nazizmle flörtü nedeniyle aforoz edilmiş Carl Schmitt’in “itibarları iade edildi; siyaset ve modern siyasetin buhranı” konulu tartışmaların başlıca referansları haline getirildiler.

Özellikle adı geçen yazarlardan/düşünürlerden ilhamla ve hareketle bu “yeni sağ”ın yaklaşımında siyaset, kamusal hayatı oluşturan ekonomiden estetiğe tüm faktörlerin bileşiminde veya bileşimiyle olan bir şeyden/etkinlikten çok, hatta bunun karşıtı olarak, söz konusu faktörlerin hiçbirine ne indirgenebilen ne de belirleyiciliklerine bağlı olan –deyim yerindeyse– bir “üst belirleyen”dir. Bu “statü”sü ile onların tümünü kendi özgül mantığında araçlaştırabilir ve gerektiğinde tümü üzerinde bir deus ex machina işleviyle hareket edebilir. Eski bir deyişle ifade edecek olursak; özellikle kritik noktalarda – ki bu siyaset “doğası gereği” hemen her durumu “kritikleştirir”– “hikmetinden sual olunamaz.”

Artık E. Mahçupyan bahsine dönebiliriz.

Yazının başında da belirttiğimiz gibi Bay Mahçupyan, R. T. Erdoğan da dahil iktidar politikalarının sıradan sözcüleri gibi –münazaracı mantığıyla– olgusal yanlışları inkâr eden, tutarsızlıkları ve ahlaki zaafları çarpıtarak da olsa örtmeye kalkışan bir dil kullanmıyor genellikle.

Bunları –yer yer– kabul ediyor ama ardından yapılanın “siyaseten doğru” olduğunu özenle belirtiyor ve hatta övebiliyor. Şöyle özetleyebiliriz: Bay Mahçupyan, muhaliflerinin AKP iktidarının ve özel olarak R. T. Erdoğan’ın şu veya bu girişimine, tavır alışına karşı yönelttiği demokratik değerlere, ahlakilik ve tutarlık ölçütlerine aykırı davranma ithamlarını püskürtmeye, tam aksini savunmaya yeltenmeyip sakin bir üslupla “ama iktidarın ve özellikle –üstün bir siyasal zekâ/sezgiye sahip olduğunu bilhassa belirttiği– R. T. Erdoğan’ın o davranışları siyaseten doğru” diyebilir. Bu doğruluğun kanıtı da AKP ve Erdoğan’ın seçmen desteğinin azalmaması, hatta konsolide olmakla kalmayıp genişlemesidir esas olarak. Yani Mahçupyan şu “ilke-ölçüt”ten hareket etmektedir: Eğer bir siyasal program, tutum veya girişim, onun öznesine (parti veya lidere) pozisyonunu tahkim etmeyi sağlıyorsa; şu ya da bu demokratik ilke ya da değere, ahlaki standartlara aykırı yönler içerse dahi; asıl olarak olaya siyaset açısından bakılması gerektiği için, sonuç itibariyle o program, tutum ve girişim “doğru” sayılmalı, desteklenmelidir.

“Doğru”luğuna içeriğine bakılarak değil neticesine bakılarak hüküm verilen bir “siyaset” tasavvuru bu. Örneğin bir toplumda her türlü manipülasyonu kullanarak oluşturulan bir kutuplaştırma stratejisi ile iktidarı ele geçirir veya iktidar konumunuzu tahkim edebilir iseniz; bu “başarı”nın o toplumda yarattığı iç tahribatı, yaşanan gerilimin orta-uzun vade sonuçlarını kaale almaksızın “siyaseten doğru” olanı yaptığınızı iddia edebilirsiniz bu durumda.

Daha da önemlisi, siyasetin bu tür kavranılışı onun esastan taşıdığı her şeyi araçlaştırma, kendi amacı doğrultusunda eğip bükme eğilimini en uç noktaya götürmesidir. Bay Mahçupyan’ın siyasal sezgisine şapka çıkardığı Bay Erdoğan’ın “gerektiğinde” buz gibi yalanlara müracaat edebilmesi bu siyasetin mantığında –eğer “netice alınıyor ise”– ne eleştirilebilir ne de ahlaken yargılanabilir.

Fakat, asıl önemli nokta, siyasetin bu kavranılış ve içeriklendiriliş tarzının nasıl bir “özne”yi gerektirdiğidir. Onun modern siyasal zihniyetten en anlamlı kopuş noktası buradan tesbit edilebilir.

Yukarıdaki kısmî değinmelerden de çıkarsanacağı üzere, modern siyasal zihniyetin –ulaşamamış olsa da– “ideal”i tüm ergin yurttaşların “siyasal özne” olduğu bir insanlık durumudur. Bu “ideal” doğrultusunda yürümek, hem o özne pozisyonunu güçlendirecek hak ve özgürlük alanlarını geliştirip tahkim etmeyi hem de anlaşılabilir bir “bilgi zemini”ne oturtulmasını gerektirir. Oysa şu sözünü ettiğimiz –post modernist– yeni sağ siyaset, –açıkça ifade etmese dahi– “mantığı” itibariyle öznenin çoğalmasını değil, tam aksine daralması ve yoğunlaşmasını öngörür. Çünkü, az önce işaret ettiğimiz gibi neticesinden hareketle doğruluğuna karar verilecek bir siyaseti, o neticenin öncesinde içeriğine bakarak yargılamak anlamsız ve gereksiz sayılmalıdır. Hatta içerik saklı, “bilinmez” olmalıdır (Az sonra Bay Mahçupyan’ın tamı tamına bunu söylediğini göreceğiz). Bunun önkoşulu da siyasetin “özne”sinin, “daraltılmış”, “yoğunlaştırılmış” bir özne olarak o içeriğin yegâne bilicisi olmasıdır. Siyasetin icrasına destekçi ve hatta kadro olarak katılanların bile tam anlamıyla bilmesine, düşünüp tartışmasına gerek yoktur bu “içeriği”. Şef’e, Reis’e, Führer’e mündemiç o içerik, netice alındıktan sonra şöyleydi veya böyleydi diye “anlaşılmaya çalışılabilir”; ama esasen “hikmetinden sual olunmaz” başlangıçta ve uygulama süreci boyunca.

Bu “yeni sağ” siyasetin mantığının bildiğimiz mantıklar içinde en fazla askeri mantığa, savaşın mantığına benzemesi boşuna değildir. Yeni sağ siyasetin “kurucu baba”larının fikirlerini sık sık savaş metaforuna başvurarak açıklamaları da öyle. Machiavelli’nin Prens’ine tavsiyelerini savaş oyunları, hile ve taktikleri üzerinden anlatması, C. Schmitt’in siyasette rakiplerin değil, tıpkı savaş halinde olduğu gibi “düşman”ların söz konusu olduğunu vurgulaması hatırlanmalıdır.

Hiç de önemsiz olmamakla birlikte, sözü dağıtmamak için yeri gelmişken bir noktaya da değinmeliyiz: Bütün eksiklik ve zaaflarına rağmen modern siyasetin demokrasiye odaklanmış çabasının, insanlar ve topluluklar arası ilişkilerde güç, özellikle fizikî-askerî güç ve şiddet öğesinin törpülenmesini, giderek daha fazla sınırlanmasını, marjinalleşmesini ve nihayet yok edilmesini amaçladığı açıktır. Bu amacı şimdilik gerçekleştirememiş olmasıyla zuhur eden, bu anlamda reaksiyoner  “yeni sağ” post modernist siyasal zihniyet ise, tam aksine, şu özetlemeden bile anlaşılacağı üzere fizikî-askerî güç mantığının “ruhu”nun ve bunlara modern öncesinde verilen yüksek statünün “ihyası”na, bu “geriye dönüş”e tekabül etmektedir.

* * *

E. Mahçupyan, düzenli yazarı olduğu Akşam’da AKP’nin ve özellikle, R. T. Erdoğan’ın bu seçim kampanyasında mottosu olacak olan “Yeni Türkiye” konusunda birbirini takip eden beş yazı yazdı. (Ben bu yazıyı yazarken altıncıyı da ekledi.)

Aylardır sözü edilmesine rağmen; R. T. Erdoğan’ın “başkanlığı” altında inşa edileceği “bilgi”si hariç, içeriği hakkında bizim gibilerin hiçbir şey bilmediği, sadece tahmin yürütebileceği bu “Yeni Türkiye’nin ne menem bir şey olduğunu üst düzey AKP kadrolarının bile anlatabileceğini sanmıyorum. Mahçupyan’ın yazı serisinin tamamı okunduğunda onun da bize epeyce somut bir tasavvur imkânı sağlamadığı görülüyor. İçeriğine dair hemen hiçbir şeyin söylenmediği birtakım nitelendirme, adlandırmaların kol gezdiği bir metin var önümüzde. Örneğin serinin ilk yazısında “partinin seçmeninin söz konusu sloganı anlamlı bularak benimsediği” tesbitini yapıyor ve hemen ardından da bu “anlamlı” bulunan şey hakkında henüz pek bir şeyin bilinmediğini belirterek “belki de” diyor “alışageldiğimiz eski/yeni ilişkisinden de farklılaşan bir yeni durumla karşı karşıyayız.” “Anlamlı” olduğu peşinen atfedilen ama ne olduğu hakkında yazıldıkça muammalaşan bir “Yeni Türkiye” var karşımızda. Burada da kalmıyor Bay Mahçupyan ve serinin 4’ncü yazısında bize “... Türkiye gibi hayat koşullarının hızla değiştiği, coğrafi sınırların anlamının ortadan kalktığı, ideolojik ve kültürel savrulmaların mümkün ve meşru hale geldiği bir ülkede “yeni”nin ne olacağını söylemek bir yana tahmin etmek bile kimsenin haddi değil” deyiveriyor.

Bay Mahçupyan’ın Yeni Türkiye başlıklı seri yazısından bir şeyler öğreneceğini, zihninde somutlayabileceğini zanneden okur böylece ağzının payını almış oluyor. Dolaylı olarak da öğrenmek, bilmeye çalışmak gibi boş işlerle uğraşacağına, kimin –tabii ki Başkan Abimizin– ağzına bakması gerektiği konusunda uyarılmış oluyor.

Mahçupyan, ne olduğu, nasıl bir şey olacağı hakkında tahmin bile yürütemeyecek olmasına rağmen her nasılsa “anlamlı” bulduğu “Yeni Türkiye” sloganını benimsemiş AKP’li seçmenlerle de yetinmiyor. Bu hakkında tahmin yürütmenin bile haddini bilmezlik sayılacak şeyin bir davet olduğunu belirtip bunun “AKP’ye muhalefet etmek isteyenlerin bir an önce geçmişten kopmaları gerektiğini hatırlatan bir bahis ve davet” olduğunu ilan ederek, hiçbir şey söylemeden bütün soruları, itirazları cevaplamış olma numarasını iyice “kapmış” olduğunu gösteriyor.

Bu konuda ne derece “başarılı” olduğunu babayani tavırları ve avami üslûbu ile Bay R. T. Erdoğan tam takdir edemeyebilir; ama başdanışmanı olduğu A. Davutoğlu’nun uzmanlık alanında koşuşturduğu için onun tarafından sırtının sıvazlandığını tahmin edebiliriz. Stratejik Derinlik adlı kitabında,* hemen tümü iletişim terminolojisi ile –“boş gösteren”den ibaret onca tumturaklı deyim ve betimlemelerle nostaljik muhafazakârlarımızın gözlerini kamaştıran, onlardan “derin hoca” ünvanını alan Bay Davutoğlu, Mahçupyan’ın Yeni Türkiye’yi boş gösterenlerle yüklü retoriği ile “açıklama” performansı karşısında, herhalde “tencere kapak gibiyiz” izlenimine kapılmış olmalıdır.

Mahçupyan’ın söz konusu yazı serisinde estirdiği retorik fırtınası içinde gözden kaçırmamamız gereken iki “anlamlı” noktaya –kısaca da olsa– değinmeden geçmemeliyiz.

İlki, Bay Mahçupyan’ın Yeni Türkiye ile vatandaş tipolojisinde yaşanması istenen/öngürülen “geçiş”le ilgili söyledikleri. Kendisi bunu “eskinin makbul ve edilgen vatandaşından hizmet bilinci ile kamusalı sahiplenen vatandaş”a geçiş diye özetliyor. Bu özette “hizmet bilinci ile kamusalı sahiplenen” gibi yaldızlı bir ifadeyle sunulan “yeni vatandaş”, bir alt satırda “iktidarın yaptığı hizmeti bilen, destekleyen, sahiplenen” diye tarif edildiğinde, yaldızlar dökülüp, devletten hizmet, yani fayda bekleyen, bunu gördüğünde destekleyen ve “Allah razı olsun” diye yöneticilerine hayır dua eden o bildik edilgen vatandaş arz-ı endam ediveriyor. Buna Bay Mahçupyan “hizmet bilinci” demiş. Bilinç kavramının aşağılanma davası açma, adının bulanıklaştırılmasını şikâyet hakkını tahrik ettiğine aldırmıyor besbelli. Ancak dikkate alması gerekir ki “ben hizmete bakarım arkadaş” bilinci, asla “yeni” falan olmayıp neredeyse tarih kadar eskidir. Bay Mahçupyan, 1920’ler İtalyası’nın, 1930’lar Almanyası’nın ve uzun süre iktidarda kalabilmiş diktatörlüklerin ve petrol gelirlerinin bir miktarını tebaasına koklatarak hükümdarlıklarını sürdüren Ortadoğu despotlarının rejimlerinin harcını bu “hizmet bilinci” ile kardığını unutmuş mudur, yoksa tam aksine gayet iyi mi bilmektedir?

Bu soruyu aklımızda tutarak Bay Mahçupyan’ın bu “hizmet bilinç”li vatandaş ile ilgili bir diğer bağlantılı tarifine dikkat edelim. Yazar, “karşımızda belki radikal demokrasinin katılımcı vatandaşı yok ama kendisini temsil eden partiyle bağ kurarak doğrudan .... kamusala müdahil bir yeni vatandaş tipolojisi var” diyor. “Partisiyle bağ kurma” ön şartını yerine getirerek, yani partinin dolayımından geçmesi koşuluyla nasıl “doğrudan” müdahil olunuyor sorusunu retoriğin büyüsüne kapılmak diye geçiştirelim. Ama yazarımız kendi “hizmet bilinçli” vatandaşında katılımcı olmak gibi bir özellik aranmayacağını zaten söylemişti. Katılımcı, yani siyaseten ne yapılmak istendiğini bilmeyi, tartışmayı, karar ve uygulama süreçlerine –lehte veya aleyhte– müdahil olmayı kişiliğinin esaslı bir parçası addeden bir vatandaş tipolojisi... Yazarımız bununla hikmetinden sual olunmaz, siyasetin sırrına vakıf bir “Başkan”ın hükmedeceği bir rejimin tam bir çelişki oluşturacağının elbette farkındadır. Ama “katılımcılık” gibi prestijli bir ölçütü açıkça reddetmek de pek şık olmayacağı için Bay Mahçupyan onu zarif bir itekleme ile “olmazsa da olur” kategorisine indiriveriyor.

İkinci nokta; yazarımızın yeni Türkiyesi ile bürokrasi arasındaki ilişkiye dair söyledikleri. Mahçupyan sorunu şöyle ifade ediyor: “Bir yandan yeni olana uyum sağlama isteği ve hevesi duyan bir bürokrasi ortaya çıkacak ama aynı anda da bürokrasi içinde yeni (a.b.ç.) direnç dalgaları üreyecektir.”

Bay Mahçupyan’ın retorik hüneri gerçekten takdire şayan. Şu “yeni olana uyum sağlama isteği ve hevesi duyan” tariflemesindeki ambalaj ustalığına bakınız. “AKP partizanı bürokrasi” demenin bu kadar şık biçimi mi olur?

Ancak, yazarımız da hepimiz gibi bilmektedir ki; AKP iktidarı özellikle şu son iki dönemi boyunca bürokrasideki o “istekli ve hevesli” personel sayısını alabildiğine arttırdı ve bugün devlet kurumlarının pek çoğu, kurumsal işlev ve işleyişleri ile neredeyse tamamen “istekli ve hevesli” hale geldiler. Hele cemaat kadrolarının tasfiyesine “köklerinin kazınması”na odaklanıldığı şu son iki yılda “istekli ve hevesli” – yani dürüst Türkçe ile partizan AKP’li olmak– bürokraside yer almanın ve yükselmenin birincil koşulu, ölçütü oldu.

Burayı anladık da şu bahsedilen “yeni direnç dalgaları” ile kastedilen nedir?

Yakın tarihin gölgesi altından bakarsak bununla bürokraside hâlâ ciddi kalıntıları olan “Atatürkçü veya CHP, MHP... sempatizanı personelin, özellikle de –AKP’nin partizan kadro politikasıyla yeterince sızamadığı– ordu bürokrasisinin ima edildiği sanılabilir. Bunların AKP iktidarı için hâlâ “endişe konusu” olduğu malumdur. Ama Bay Mahçupyan “yeni” bir bürokratik dirençten söz ettiğine göre, kastettiği şey “askeri darbe ihtimali gibi bir şey değil, esas olarak. Çünkü hemen ardından “AKP karşıtı hassasiyet” ile bu “bürokratik direnç”i “organik bütünlüğe taşıyacak” bir siyasetin oluşma ihtimalinden söz ediyor.

Bay Mahçupyan, böylesi bir “organik bütünlüğün ne –artık kadim denmesi gereken– Atatürkçülük ile ne de Ordu ile “kaynaşmak” suretiyle olamayacağını tesbit edebilme ehliyetine sahiptir.

O halde geriye tek ihtimal kalıyor: “AKP karşıtı hassasiyet”in, Atatürkçülükle, tek parti rejimleri ile ve askeri darbelerle çarpıtılmış ve güdükleştirilmiş bize özgü modern –monden– zihniyetin pörsük kalıplarından sıyrılarak yenilenmiş bir modern zihniyet ufku içinde “AKP karşıtı hassasiyeti” bir siyasal-toplumsal yeniden kuruluş atılımına dönüştürmesi.

Bu atılımın bürokrasideki bir “direnç”le rezonansa girmesi –hayli aşırı bir betimleme olsa da– “organik bütünlük” oluşturması elbette mümkün, hatta kaçınılmazdır. Çünkü artık niteliği besbelli olan AKP iktidarına bürokrasi içerisinden gösterilecek direnç, bu partinin yeni sağcı/neoliberal tutum ve uygulamalarına karşı meşruiyetini ancak ve sadece modern devlet kavramının bürokrasiye ve genelde “devlet olma”ya verdiği işlev ve anlamdan alabilir.

Bahsettiğimiz şey, modern siyasal zihniyetin ve devlet kavramının, özellikle Hegel ve Weber gibi “kurucu” düşünürlerin eserlerinde genel olarak devlete, fiilen “bürokrasi”ye yükledikleri bir işlevdir. Gayet özetle ifade edilecek olursa bu işlev/misyon, toplumun ortak hafızası olmanın yanı sıra, insanileşme, uygarlaşma yönündeki edinim ve kazanımların “devlet pratiği”ne içselleştirilmesi, kalıcılaştırılmasıdır. Bunlar aynı zamanda siyasal iktidarların devlet kurumları aracılığıyla kullandıkları kamusal güç ve mali imkânların kullanım tarzını, sınırlarını, kural ve ölçütlerini de belirler. Şüphesiz Türkiye gibi güvenlik paranoyasının kuşku yüklü çemberinde hâlâ debelenen ülkelerdeki o boğucu formalitelerin ağırlığı altında bürokrasinin bu işlevi güdükleşmiş, kısıtlanmış olabilir ama yine de bu misyon bilinci bu ülkenin “devlet geleneği”nde tutunma noktaları bulabilmiştir. Günümüzün modern devletler denilince ilk akla gelen, modern devletin yerleşikleştiği ülkelerde, toplumun ortak ve uzun vadeli çıkarlarını kollama, uygarlık kazanımlarını/edinimlerini koruma ve içselleştirme misyonunun taşıyıcısı olarak, başta en yüksek yargı ve mali denetim organları, eğitim, bilim ve kültür politikalarının yönlendirildiği kuruluşlar olmak üzere “bürokrasi”nin merkezî yapısı, bu nedenle siyasal iktidar değişimlerinden çok az etkilenir. Çünkü, siyasal iktidarların yeniden seçilebilme endişesiyle en fazla orta vadeyi kapsayan politikaları ve oy kazanma adına toplumdan gelebilecek gayri insani ve gayri medeni taleplere prim verme eğilimleri karşısında bu “yapı”nın göstereceği “direnç”in olumluluğuna dair bir konsensus vardır.

Yeni sağ/neo liberal partiler işte bu konsensusa, asıl olarak da onun gerisindeki “devlet misyonuna” karşıdırlar. Modern devletlerin eksik gedik de olsa yerine getirmeye çalıştıkları o uygarlık değer ve kurallarını kamusal güç ve imkânlara içselleştirme işlevini, aslında uygarlık değerlerine –en azından– şüpheyle baktıkları için gereksiz bir yük olarak görmektedirler. O nedenle de Bay Mahçupyan “bürokratik direnç”ten bahsederken sadece bize özgü bir bürokrasi sorunu”nu kastetmiyor; dünya ölçeğindeki yeni sağcı-neoliberal koronun popülizm repertuvarının bir numaralı güftesini tekrarlıyor. Yeni sağ/neoliberalizmin “devleti küçültmek”ten kastettiği şey de esas olarak ama dolaylı biçimde şu bahsettiğimiz “uygarlık değerleri ve edinimleri” ile ilgilidir.

Gerekirse devam etmek üzere, şimdilik burada duralım.


* Bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslâmcı'nın Macera Kılavuzu, Birikim Yayınları, 2015.