Günter Grass
Barış Özkul

Suçluluk duyguları ağır basan yazarlar, artık kendi kuşaklarından pek kimse kalmadığı için, ilerleyen yaşlarda daha dürüst otobiyografiler kaleme alabilir. Günter Grass da Soğanı Soyarken’i yazdığında seksenindeydi. Oradan on yedi yaşına, Nazi Almanyası’na baktı: Alman donanmasının aldığı yenilgileri anlatan sınıf arkadaşının başına neler geldiğini niçin merak etmemişti? Ansızın ortadan kaybolan Latince öğretmenlerine ne olmuştu? Nazilerin silah taliminde eline silah almak istemeyen bir arkadaşları ile neden alay etmişlerdi?

Nasyonal Sosyalizm’in okullarda ezberlettiği militarist kahramanlık şiirleriyle (Ernst Moritz Arndt, zihnine kazınmıştı) yetişmişti Grass ve kuşağı. Henüz 10 yaşında Nazilerin çocuk örgütlenmesi Jungvolk’a katılmıştı. Öyle de olsa, Nasyonal Sosyalizm’in iğvasından sadece Nasyonal Sosyalizm’in ideologları sorumlu tutulamazdı. Bile isteye, ortak olmuşlardı gidişata.

Grass, bu özeleştiriyi bu açıklıkta ancak sekseninde, Soğanı Soyarken’de yaptı. Ama otuzlu yaşlarda yazdığı Teneke Trampet’te, Nasyonal Sosyalizm’in ayak seslerine aldırış etmeyen ailesine tepki duyarak kendini mahzene kapatan (Danzig ve Almanya adına “yerin dibine geçen”) Oskar’ın yanıbaşındaki sebzelerin arasında da soğan vardır. Belli ki Grass epey erken tarihlerde yakalanmıştı bu yakıcı simgeye. Kolay kolay da kurtulamadı.

Otobiyografik kurmaca diye bir tür varsa eğer, en zengin malzeme onun romanlarındadır. Teneke Trampet’in elde trampet III. Reich’ın gelişini protesto eden kahramanı Oskar, büyümekten vazgeçip üç yaşında kalmaya karar verdiğinde tarih 1927’dir - Grass’ın doğduğu yıl. Yengeç Yürüyüşü’nde Konrad Pollkriefke, Nazi Almanya’sının hatırasına saygısızlık ettiği için Wolfgang Stremplin’i öldürdüğünde 17 yaşındadır; Grass da Waffen SS’in tank birliğine katıldığında aynı yaştaydı. Yine Teneke Trampet’te kesik bir at kafasının içinde karaya vuran yılan balıkları, kin ve nefretle yoğrulan bir toplumda Grass’ı kıskıvrak esir alan kâbustur.           

Dolayısıyla bir edebiyatçı olarak o kadar sırlı birisi değildi Grass. Hatta müdanasız olduğu bile söylenebilir. Ama Alman kamuoyunda kararlı bir siyasal aktivist, zamanla bir ahlak otoritesi olarak tanınan bir Grass daha vardı.

Auschwitz sonrasında Alman entelicansiyası, klasik Geist(zihin/tin)-Macht(iktidar) ayrımını yeniden hatırlamıştı. Partizanlıktan olabildiğince uzak durmayı erdem addeden görüş, ‘50’lerde genel bir ruh hali ve bir sanat ilkesi olarak yerleşmişti. Heinrich Böll bile “milletin vicdanı” adına, “ortadan” konuşuyordu (“milletin vicdanını” hırpalamaya ancak ‘60’larda başladı). Kuşkusuz bu tedirginlikte Heidegger ile Carl Schmitt’ten çıkarılan derslerin de payı vardı.

Grass, ters yönde ilerledi. Aklını ve yeteneklerini Nazilerin hizmetine veren yazarların alternatifinin, sanat adına orta yolculuk yapmak olmadığına karar verdi. Kendini yalnız hissettiğinde, edebiyat ve sanatın dışına çıktı.

‘60’larda hararetli bir siyasal retorikle SPD’yi destekledi. ‘70’ler ve ‘80’lerde Amerika’nın Şili ve Nikaragua’ya müdahalelerine, nükleer silahlanma yarışına tepki gösterdi; ‘90’larda gerek Kürt sorununa gerekse Srebrenitsa Soykırımı’na karşı seferber oldu.

Ama asıl derdi, öncelikle Almanya’ydı. Nasyonal Sosyalizm’le yüzleşmeyenleri korkaklıkla suçladı. NATO füzelerinin Batı Almanya’ya konuşlandırılmasına göz yuman Helmut Schmidt’i sadece savunma amaçlı silahlanmaya izin veren Alman Anayasası’nı ihlal ettiği için eleştirirken Almanya’nın hâlâ dünya barışına yönelik dev bir tehdit olduğunu söyledi.

Bunlar, Grass’ın kendini bir ahlak otoritesi olarak organize ettiği dönemin uğraklarıydı – olayı, Almanlar Holokost’tan dolayı bir arada yaşama hakkını kaybeden bir millet oldukları için Doğu ve Batı Almanya ayrılığını savunmaya kadar götürmüştü.

Böyle olunca, bir zamanlar, Hitler’in cinayet örgütü SS Waffen’ın üyesi olduğunu hayatının sonuna kadar gizlemesi infial yarattı. Üstelik 1985’te, Bitburg’taki SS Waffen Mezarlığı’nı ziyaret ettiği için Şansölye Helmut Kohl’a köpüren de oydu.

Grass, sonuçta, kendi yarattığı gerçekliğin merhametine kaldı. Teneke Trampet’in yazarına bu yüzden öfkelenmek, yaman bir ironidir.