Hayvanlar, İnsanlar ve Omerta
Metin Solmaz

“Hayvanlarla ilişkimiz nasıl olmalı?” sorusunun cevabı ile günlük hayatımız arasında müthiş bir gerilim ve mesafe var.

Bana sorarsanız sorunun cevabı basit: Türcü olmak, bir çeşit ırkçılıktır, ayıptır. Onları yemek, giyinmek, üzerlerinde deneyler yapmak olacak iş değildir. İnsan bir benzerinin etinden sütünden faydalanır mı?

Hayatımızı (dünyanın bizatihi sahibi olarak görülen) insanlara göre dizayn etmekten vazgeçmek ve hayvan kısmına pozitif ayrımcılık yapmak gerekir. Nasıl ki medenî insanlar için trafikte geçiş üstünlüğü önce hayvanlar ve çocuklardadır, aslında lokantalarda filan da öyle olmalıdır. Oysa birçok medenî insan sokak hayvanlarıyla bırakın yemeklerini paylaşmayı, artan yemeklerini onların gözlerinin içine baka baka çöpe atıyorlar. Havlıyor diye köpek şikâyet edip eğleneceğiz diye hayvanların kafasının üzerinde havai fişek patlatıp sonra eve gelip komik isimler taktıkları su kaplumbağalarına yemek veriyorlar.

İnsanlık vegan, hâkim diyanet Cainizm olsa dünyanın daha yaşanır bir yer olacağı fikrine itiraz eden var mı?

İnsanlığın vegan olması durumunda hayvanların kurtulacağı kesin. Ama insanların işe gitmemesi durumunda kapitalizmin yıkılacağı da kesin. Ne bileyim, plastik kullanmazsak çevrenin kurtulacağı, albümlerini almazsak Ferhat Göçer’in müziği bırakacağı bilgisi de doğru. Yani birlikte hareket edebilme tasavvurunda şahane hayatımız olur. “Herkesten onar lira toplasak” dünyada aç bırakmayız. Zaten devletler de böyle para toplayarak iş yapmıyorlar mı?

Bambaşka şeyler açık ara daha faydalıyken, misal dünyanın mahalleler düzeyinde kendi kendini yönetmesi varken biz neden HDP’ye oy istiyoruz? Doğrusu parlamenter düzen olduğu için değil, elde bu olduğu için maalesef. Gerçekçi olup imkânsızı isteme irrasyonelliği epey geride kaldığı için.

Vegan yaşanamıyor mu? Yaşanabiliyor. Aslanlar gibi yaşanıyor. Daha sağlıklı ve vicdanlı olduğu da ortada. Ama mesele içinde bulunduğun dünyaya ve diğer canlılara zarar vermeden yaşamaksa vegan olmak henüz yolun başı.  

Ben, ortalama bir şehirlinin onda biri kadar çöp üretiyorum. Buna rağmen plastik kullanımım sıfıra çok uzak. Üstelik buna hiç dikkat etmeyen bir köylüden daha çok çöp çıkarıyor olmam kuvvetle muhtemel. Daha da dikkatli olmam lazım yani.

Bu tünelin ucu vegan, kendi yiyeceğini yetiştiren, kendi enerjisini üreten, toplu taşıma dışında araba kullanmayan, kredi kartı kullanmayan, kendi güvenliğini sağlayan bir hayata çıkıyor. Böyle bir hayatın zararsızlığı ortada. Ama zorluğu bir kenara doğruluğuna da itirazım var. İyilik bulaşıcıdır. Bu çapta bir iyilik zorluğu ve hayatın ekseriyeti açısından ürkütücü görüntüsü sayesinde bulaşıcı melekelerini yitirmiş olacaktır. Oysa bir vegan yahut vejetaryen hayatı boyunca pek çok vegan ve vejetaryen insan oluşmasına, daha fazlasının da konu üzerine derinlemesine düşünmeye başlamasına, vicdanını daha fazla dinlemesine vesile olabilir.

Türcülüğü tıpkı ırkçılık gibi tanımlayan birisinin konuşlanacağı optimum nokta neresi olmalıdır, böyle bir sabit var mı bilmiyorum. Ama neresi olmamalıdır biliyorum. Zararlı ucuna konuşlanmış yığınlardan her bir kopuş, koparış tek seferde yüzlerce hayvanın canını kurtarmakla kalmayacaktır. Pek çok başka umut da barındıracaktır.

Bahsettiğim yığınlar hamburgerle beslenip faytona biniyor. Kürk giyip zevk için kuş, balık hapsetmeye, hayvanat bahçesinde, sirkte yahut yunus parklarında eğlenip akvaryumda balık seyretmeye, yüzüne hayvan kanıyla kirlenmiş kremler sürmeye kadar vardırıyor işi.

Kendimi sürekli aynı şeyleri söyleyen bıdı bıdıcı bir ihtiyar gibi hissediyorum üç yazıdır. Ve ne yazık ki bu hayvan yazıları benim en az tartışılan yazılarım arasında oldu. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte hepimiz yazılarımızın ne tür tartışmalara vesile olduğunu görüyoruz. Ben, en az diğer yazılarım kadar okunduğunu bildiğim bu yazıların diğer yazılarımla kıyaslanamayacak kadar az konuşulmasını, hatta hiç konuşulmamasını çok anlamlı buluyorum. İnsanların bu konuları “pek konuşmak istemedikleri” kesin. Sanki bir sessizlik yemini, omerta söz konusu.

Bence bunun birçok sebebi var. Bir tanesi vicdan azabı. Hepimiz bir parça sorumlu hissediyoruz kendimizi. Öyleyiz çünkü. Bu da sessizlik sonrası bir hayırlı velvelenin işareti olabilir. Bu ve diğer sebepleri incelemeyi sonraki yazılara bırakalım.

Şimdilik şu kadarını söyleyelim. Henüz vakit varken, boğazımız birkaç gıda zinciriyle bağlanmamışken, doğada, sokakta hayvanlara, gökyüzünde kuşlara, denizde balıklara rastlanabiliyorken bu konuyu konuşmalıyız.