Delilik Rejimi
Erdoğan Özmen

Seçim ve oy oranı tahminlerini alt üst etmesi gereken onca olay karşısında sergilediğimiz kayıtsızlık tuhaf değil mi? Kesin bir yargıda bulunmak için belki erken ama, her gün bir yenisine tanık olduğumuz korkunç skandallar örneğin, kamuoyu yoklamalarını, araştırma şirketlerinin rakamlarını baştan aşağı hükümsüz kılacak bir karşılığa niçin yol açmıyor? Gündelik hayatın bütün hücrelerine egemen olan bayağılık, aleni bir hukuk ve yasa tanımazlık, aşağılayıcı haksızlık ve adaletsizlik performansları, çirkin bir ahlaksızlık, her türlü hak ve değer ölçüsünün kaybı, feci bir hırsızlık, rüşvet ve yalan çarkı ve kaba-güç gösterilerinin/lumpenliğin yaygın bir itiraz ve arayışı tetiklemeyişi nedendir?

Sadece biri, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Mercedes olayı bile, hemen ertesinde  mevcut bütün dengeleri yerinden etmesi gereken devasa bir pespayelik örneği değil midir? Bu kadarcığını da mı ummamalıyız artık: Tevazunun, yüce gönüllülüğün, sadeliğin, dünya malına tamah etmemenin –sadece bir poz düzeyinde bile kalsa temsil makamı olması gereken bir kurumun müstehcen, iç gıcıklayıcı bir lüks ve israf düşkünlüğüyle pervasızca yan yana getirilmesinden daha feci ne olabilir ki? Sıradan bir dindar için, böylesine utanç verici ve zalimce bir jestten daha ötesi var mıdır ki? 

Onların doymak bilmeyen, bir türlü tatmin olmayan açlıkları, tekinsiz ve ürkütücü bir hırs ve iştahla mutlak iktidar ve zenginlik için kıvranan biçareler oluşu filan… Tamam da, asıl bize ne oluyor? Arsızca birbirlerine peşkeş çektikleri, çalıp çırptıkları her şey bizim ortak mülkiyetimize kayıtlı değil mi? Vergilerimizle, emeklerimizle, kuşaklar boyu çalışıp çabalayarak biriktirdiğimiz her şeyi yağmalıyorlar. Bunun karşısına -bir de tümünü bize ilan ederek, hepimizle alay edercesine alenen icra ediyorlarken-, toplu histeri ayinleri ve tezahüratlarla çıkmamızdaki zavallılığa ne demeli peki? Bu acıklı sahneleri, kendimizi bu denli aşağılamayı ve değersizleştirmeyi kendimize yakıştırdığımıza göre, geçerli sebeplerimiz olmalı değil midir?

Bir delilik rejiminden söz açmaya çalışıyorum. Toplumun tam kalbinde açılmış ürkütücü bir yarıktan. İçimizin boşalmış olmasından… Despotik ya da totaliter figürün ruh ve akıl sağlığını, ya da çocukluk travmalarının biçimlendirdiği kişilik yapısının bu sebeple aşırı bir nefret ve öfkeyle yüklü olmasını, intikamcı ve misillemeci fantazilere yaslanmasını filan kast etmiyorum.* Bunların tümünün kaydının tutulacağı, merak edileceği ve nihai hakikatlerinin anlaşılacağı yer burası değil çünkü.

Deliliği tam olarak öbür tarafta, kendimizde, toplumda konumlandırmalıyız; onu klasik anlamıyla, yani şizofrenik ya da paranoid psikoz olarak anlamamak koşuluyla tabii ki.

En belirgin semptomu, gördüğü şeyi inkar etme, yokmuş gibi davranma, algıladığı şeyi anlamlı kılacak bir referans çerçevesinden yoksun olma hali bu. En özlü ifadesini, “Evet, kabul ediyor, gayet iyi biliyorum, ama gene de…” formülünde bulan bir durum. Zaman zaman iktidarın bazı sözcülerinin de “halk yolsuzluğu, rüşvet çarkını, hırsızlıkları kabul ediyor, ama..” derken işaret ettikleri, aslında aynı çelişkili ve müşkül durumdur.

Yeni bir arzu düzeni bu. Kaygıyla teşhis ettiğimiz totalitarizm hevesinin, saf/homojen bir topluluk arayışının bu denli yaygın bir nitelik edinmesi ve toplumda vücut bulmasının anahtarı da aynı dinamiktir. Bu dönemin dışına çıktığımızda daha iyi kavrayacağız: Bugün maruz kaldığımız korkunç ahlaki çürüme, sanki hiçbir suçluluk ve sorumluluk kapasitesi ve göreviyle bağlı değilmişiz izlenimi uyandıran akıl almaz vahşet ve barbarlık fiilleri, bütün medeniyet ve yasa bariyerlerini aşındırarak gündelik hayatın bütününü teslim alan tekinsiz ve ‘sebepsiz’ bir şiddet ve kaba güç pratiği aynı derin yapının unsurlarıdır.

Toplumu bu yatkınlık ve eğilimlere ‘hazırlayan’, anlamlı tüm içeriklerini ve sabitlik/referans noktalarını parçalayarak bir savunmasızlık ve maruziyet durumu yaratan daha büyük dönüşümü gözden kaçırma riskine karşı da uyanık olmalıyız: Piyasa kapitalizminin her şeyi yutan ve öğüten olağanüstü hızı, ve toplumu bütün dikey bölünmelerini görünmez kılacak biçimde tekdüze bir ağ biçiminde düzenleme konusundaki tekinsiz yeteneği bu. Tanıl Bora’nın AKP’nin “Onlar konuşur AKP yapar” sloganı üzerine yazdıklarını da bunun mükemmel bir örneği olarak analım:                          

Yapma fetişizmi, daha derin bir kaynaktan da su çekmiyor mu? Kapitalizmin (ki son zamanlarda turbo-kapitalizm de diyorlar ona) para-meta-para döngüsüyle beraber her şeyin akışını olağanüstü süratlendiren, sürekli iş çıkarmaya, sürekli yapmaya etmeye ittiren dinamiği de güçlendirmiyor mu bu algıyı? Nike’ın meşhur “Just do it” (Yap işte!) sloganı, kapitalizmin kendiliğinden ideolojisinin en iyi özetlerinden biri sahiden.[1]


* Uzun bir konu ama, şu kadarını da söylemiş olayım: Bu türden tahliller konusunda, ‘muhafazakar’ diyebileceğim bir konumda ısrar etmek gerektiğini düşünüyorum. Politik/toplumsal bir meselede psikoloji/psikiyatri ya da psikanalizin kavram ve imkanlarını, kişisel öykülerin çerçevesiyle sınırlı bir alanda işlevsel kılmak, ve bundan politik verimler/yararlar ummak, son kertede her iki disipline de haksızlık bence.        

[1] Birikim, Haftalık , 27.5.2015.