Hediye
Meral Akbaş

İnsan her zaman kötü şeyleri, kayıpları, karanlığı biriktirmiyor içinde. Günü geldiğinde tekrar hatırlamak için unuttuğu ya da unutur göründüğü umutları, sevinçleri, neşeli ve ama gizli sırları da oluyor insanın, zulaları yani, kaçakları, yasakları... Çok az insanla veya birbirinden habersiz birçok insanla aynı anda paylaşılan tüm o zulaların varlığı, güç kuvvet de veriyor insana... Yıllar, yıllar sonra bile meselâ, söylenmiyor Mamak Askeri Cezaevi’ndeki, Ulucanlar Cezaevi’ndeki zula yerleri... Artık olup olmadıkları, keşfedilip keşfedilmedikleri önemsenmeksizin, orada, şiddetin, işkencenin, karanlığın olduğu o yerlerde hâlâ açığa çıkartılamayan bir aydınlığa, bambaşka bir yerde başka insanlar tarafından aynı yasak-yerlere saklanıldığına inanılıyor çünkü ve bu sebeple o zulalar kem gözlerden, dillerden sakınılıyor. Aslına bakarsanız, her şeyin açıldığı, konuşulmaya başlandığı zamanlarda da bu zula-yerlerden öyle kolay vazgeçilmiyor, vazgeçilemiyor. Anlatılan hikâyelerin hepsi biraz da bu sebeple eksik; her şey tamamiyle anlatılmadığı için... anlatılamayacağı da için...

HDP’nin seçim çalışmalarında ve zaferin hemen ertesinde ve aslında geçtiğimiz Ekim ayındaki Kobanê serhildanlarından bu yana yaşananlar, olağanüstü hal, cinayetler, faili meçhuller, bombalar, askeri operasyonlar 90’lı yılları yeniden hatırlayıp konuşmaya vesile olmuş gibi görünüyor. Ama diğer taraftan başka bir şey daha var, sınırlı bir gözlemin ve belki de bir gözlemden daha çok bir kuvvetli hissin söylettiği bir şey: HDP’nin örgütlenme ve seçim çalışması, seçimden sonraki çoşku ve heyecan, yapılan kutlamalar, söylenen şarkılar bölgenin insanlarını da 90’lı yıllara geri götürdü... ama kelebeğe, o yılların Kürtçe marşlarına, şarkılarına, “kısık sesli” halayların coşkusuna... yasak ama inadına Newroz’a... Bu sebeple, yakın zamandaki devlet saldırılarını, böyle bir “yeniden hatırlama”ya dönük bir şiddet gösterisi olarak da anlamak gerekiyor. Hemen belirteyim; “yeniden hatırlamak” derken, geçip giden ve bugün yeniden hatırlanan bir “anılar bütünü”nden bahsetmiyorum; bir yere gitmeden, unutulmadan saklanan ve biriken ve aslında Kürt hareketinin beslendiği, güç ve yol aldığı bir hafızadan bahsediyorum.      

HDP’yi işte bu nedenle tümden yeni bir şey olarak görmek mümkün görünmüyor. Demek ki eski/den olan, her zaman bir hortlak olarak sarılmıyor boğazına insanın. Bazen yeni bir şeye ruh üflüyor; onu tarihsel bir zemine oturtuyor; bugünün geçmişle bağını kuruyor; hafıza tazeliyor.    

Seçim zamanı payıma düşen bir MHP’li son günlerin en moda cümlesiyle başlamıştı sözüne: “Ben de Selahattin Demirtaş’ı çok beğeniyorum!” Sonra şöyle devam etmişti: “Ama bunlara oy verenlerin unuttuğu bir şey var... bunlar insan öldürdü.” Ona söylemeye çalıştığımı buraya da yazayım: Kimsenin bu işaret edilen mesele anlamıyla unuttuğu bir şey yok bana kalırsa; esasen insanlar unuttukları ya da umursamadıkları başka bir şeyi hatırlıyorlar şimdi: Ölümden bahsederken hep görmezden geldikleri başkaları da vardı hayatını kaybeden... Gezi direnişinin “kazanım”larından biri de bu değil mi zaten?: Devlet insan öldürür! Daha önce de, çoğu dindar veya MHP’li Tekel işçileri şaşırmıştı polisin gazlı sulu saldırılarına; onlar, devlete hiçbir zaman karşı gelmemiş olanların da devletin şiddetinden nasipleneceklerini, yaptıklarını yapacaklarına teminat olarak göstermenin ancak ve sadece iktidarın en temel hakkı olabileceğini akıllarına getirmemişlerdi çünkü. Ne de olsa devlete karşı gelmenin seviyesinin ne kadar da düşük tutulabileceğini, restoranda bulunan bir tuzlukla bile yerine getirilebileceğini bu memlekette ancak Kürtler bilirdi!    

Yine de devletin öldürdüğü bilgisinin öyle kimseye sır olmadığını söyleyeyim; bu bilinmez bir şey değil/di. Ama bu bilginin değiştiren, değiştirmeye niyet eden bir hali yoktu. HDP’nin “yeni”liği de böyle bir yerde gibi görünüyor bana: Kürtler hatırladıkları zamanların bilgisini anlatmaya, başkalarına hediye etmeye başlıyorlar yavaş yavaş... Daha önce anlatılmadığını değil de ancak şimdi dinlenildiğini söylüyorum: “Ben de Selahattin Demirtaş’ı çok beğenerek dinliyorum!” Bu “kavuşma”nın bir hediye olarak anlaşılıp anlaşılmadığına ve bugün yakalanan bu imkânın dünle, geçmişle bağ kurup kurmayacağına dair kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, diğerlerinin/uzaktakilerin aklı aralanıyor sanki. 

Yani hediye demişken... Kimin kime ne emanet ettiğini bir daha düşünmek de lazım sanki... Emaneti değil de, hediyeyi... Kendileri için ölümden öte bir anlam taşımayan bir bayrağı ellerinde coşkuyla sallayanların hediyesini...