Bir Türkiye Belgeseli: Survivor
Kerem Ünüvar

Artık “all star” sezonunu da geride bırakmak üzere olan bir televizyon eğlencesi Survivor. Bir yandan Acun Ilıcalı’nın son on yıldaki yükselişinin (bkz. link) nişanesi, bir yandan da toplumumuzun değişimi hakkında açık bir laboratuar. “Büyük final”e az kaldı madem…

Oyunun basit bir kuralı var: İki rakip takım önce takımlar olarak mücadele edip dokunulmazlığı alacak, karşı ekip dokunulmazlığını kaybettiği için kendi üyelerinden birini eleyecek, böyle böyle en son iki kişi kalacak, kazanan bir kişi para ödülünü alacak. Yani, işin ucunda tek bir ödül, bir kişinin kazanacağı bir para var, herkes herkesin rakibi. Herkes kendi paçasının derdinde ama herkes birbirine sırf karşı tarafı zayıf düşürmek için el vermek zorunda… ta ki sona yaklaşıp tüm o birbirine destek verenler birbirinin de rakibi haline gelene kadar. Bu arada edilen, “kardeşim”, “o kazansın da ben kazanmasam da olur”, “bizi kimse karşı karşıya getiremez” vb vb. teraneler her geçen hafta iyice absürde bağlanarak manasını yitiriveriyor elbette; can ciğer olanlar birbirlerinin arkasından demediğini bırakmıyor. Zaten saçma değil mi; bir ödül var, bir kişi alacak, üstelik bir diğerinizi yemeden o “büyük” ödüle ulaşma imkânınız da yok. Ancak sizi o menzile ulaşana kadar taşıyacak enayiler lazım, buna göre strateji ve taktikler kuruyorsunuz ve üstelik herkes en baştan bunun böyle işleyecek bir oyun olduğunu da biliyor! Ama olsun, “sms oylamasında işe yarar”, “başka iki enayi de bana destek verir” diye böyle kardeşlik martavalları gevelenip duruyor. Bu arada çeşitli erkeklik tiradları, dayılıklar, baltalıklar, erkeklerin zaten ama kadın yarışmacıların da (“adam gibi…”, “hepsinden daha delikanlıyım”, “üstelik erkeksin…” vb. laflarıyla) köpürttükleri maçoluklar, raconlar, twitter bilgelikleri, “anam için”, “babam için” hezeyanlarıyla akıp duruyor yarışmacıların diyalogları arasında.

Yarışmanın en hoş repliklerinden bazıları şöyle tiradlanıyor: “Ben buraya duruşumla geldim. Herkes benim duruşumun ne olduğunu bilir!” “Beni bilen biliyor, her zaman efendiliğimle tanındım; kendi çabamla, dişimle tırnağımla çabalayarak buralara kadar geldim!” Nereler? Oralar nereler, gerçekten? Bunlar ne, bunlar? Ne duruşu, kim seni biliyor (ayrıca arkadaşlarına, onlarla diyaloglarına, hal ve gidişine bakıldığında bilinecek bir şey de yok!), bu özgüven neyin nesi?  İki oyun önce yanında oturan adama ya da kadına teşekkür ediyordun ya senin hatanı telafi etti, bir puan aldı diye! Şimdi nerelere gelmiş oldun, niye oraya sen gelmiş oluyorsun, niye takımsınız o zaman?

Tabii, bir de açlık mevzuu var ki, Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin gerçekten. Yarışmacı gruplara haftalık ya da iki haftalık bir erzak dağıtılıyor, bunun dışında eğer ödül oyununda bir şey kazanılmadıysa ya da ellerindeki zıpkınla balık avlayamadılarsa o erzakla ve bir de adadan topladıkları Hindistan cevizi ve “bade” ile karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Bu arada erzak diye verilen besinler tam evlere şenlik: un, pirinç, yağ! Glisemik endekslere göre ne yemeyin deniyorsa hepsi bu beslenme küründe mevcut; bunları karın doyurmak için yiyen arkadaşlar da bir süre sonra kan şekerleri dibi görünce başlıyorlar birbirlerine saldırmaya! Zaten amaç pamuk yansın, eğlence olsun, e o zaman yesinler birbirlerini; hem bizim millet sever öyle…

Peki niye Survivor? (Kabul ediyorum neden mizah sorusu gibi oldu!) Bizim memleketin insanını bir araya koyunca, hele de yarışılacak denince herkes kafayı yiyor! Bir spor müsabakası olarak değil bir savaş hali kabul ediliyor! Dolayısıyla rakip değil düşman söz konusu oluyor. Gerekirse aynı takımın içinde de hemen gruplaşma ve içimizdeki İrlandalıların tayini gerçekleşiyor. O dakkadan sonra yandı gülüm keten helva. Bütün saçma replikler ortaya seriliveriyor! Adada birbirlerine küfrediyorlar, bir saat sonra müsabaka sahasında takım ve kardeş olduklarını, karşı tarafa huzursuzluklarını belli etmeyeceklerini duyuran söylevler başlıyor. Sonra bir kırılma daha yaşanıyor ve müsabaka sırasında işler ters gittiğinde kendi takım arkadaşlarına, adadaki bilmem ne vakasını referans vererek laf sokuyorlar. Sonra bir sayı öne geçiliyor, yeniden takım ve kardeş oluyorlar! Böyle şizofrenik bir halde haftalar, aylar geçiyor. Bir süre sonra kim kimle dost, kim kimle kardeş takip edemiyorsunuz; bu şimdi ona şöyle diyor ama bir ay önce arkasından demediğini bırakmıyordu falan gibi akıl yürütmeler aklınızı aşıyor, taşlaşıyorsunuz.

Bu yarışmanın niye laboratuar olduğu meselesine gelirsek… Bir kere pek güzel insan hallerini düğün fotoğrafı gibi sergiliyor. Birbirimize söylediğimiz lafların ne kadar gerçek olduğunu ve bizim o gerçek-dışılığa ne kadar itibar ettiğimizi gösteriyor. Nasıl top çevirerek yaşadığımızı, niye büyük büyük laflara ihtiyacımız olduğunu gayet güzel örnekliyor. Grup, topluluk olabilme yetilerimizin gelişkinlik ölçüsü ve derecesiyle, bir arada yaşama konusundaki basiretimizi çok net biçimde açığa çıkarıyor. Bahanelerimizi, sorunlar karşısındaki tespit ve değerlendirme yapma becerimizi ve en önemlisi o sorunları çözmek konusunda ilk aklımıza gelen usulleri pek yerinde bir şekilde görme imkânı veriyor. En önemlisi nasıl karakterlerin kendilerini ve birbirlerini canciğer, dost, düşman, kardeş diye tanımladığını, oradaki tercihlerin ve kıstasların nasıl şekillendiğini anlamamızı sağlıyor. Anne ve babalarla yaşanan sorunların ne kadar derine işlediğini, neden bununla hesaplaşılamadığını, yaşamak yerine onlara yaranmaya çalışılan bir sahnede oyunlar oynandığını, sevgi eksikliğinin arazlarını boylu boyunca önümüze seriyor. En önemlisi memleketimizde insanların nasıl survive ettiğini gözümüze sokuyor… daha ne olsun!