Adım Rober... Sadece Adım Rober...
Meral Akbaş

Adını bir çırpıda söylemekle, önüne bir “özür” ekleyerek adını söylemenin arasında uzanan o derin, bitmek kapanmak bilmez çukurdan yazacağım; Kertenkele Abdullah’ın hikâyesinden başlayarak...

“Yıl 1918, Süphan Dağı’nın eteklerinde bir köy. Zor kaçmıştı olan bitenden. Dar sığınmıştı Pelteklerden İsmail’in köyüne. Herkeslerin herkeslerden kaçtığı, herkeslerin birbirinin çaresizliğine sarıldığı yıllardı. Karışmıştı köylünün arasına, yaşayıp gidiyordu işte... Zararsızdı da Allah için. Ağılın bir köşesinde yuvalandığı karanlık sığınak, örme duvardaki iki taş arasındaki ince yarık kadardı sanki. Hani kertenkeleler olur ya o aralıkların ağzında... Hani bir ses duyarlar da birden dalarlar yarığa... Tam öyle işte. Gizlenerekten yaşar giderdi. Arada bir günyüzüne çıkar, yüreği insaf tutanların yanına varır, harmanın ucundan tutar, dökebildiği kadar ter döker, iki dilim ekmek yer, sığınağına geri dönerdi. Toprağın kan kustuğu zamandı, her bir gayret yaşamak içindi. Köylünün yanında yeni adı Abdullah’tı... ‘Allah’ın gönderdiği’. Allah’ın unuttuğu bir delikte yaşayıp gidiyordu işte. Ta ki Pelteklerden İsmail’in sondan üçüncü oğlu Memo duvar dibinde Abdullah’ı işerken görene kadar. Eğilmiş, ferfecir gözlerini dipten Abdullah’ın ‘it ölüsü’ çüküne dikmiş, hınzır hınzır kıkırdıyordu. Zıplamasıylan bağıra bağıra koşması bir oldu. ‘koşun laaan’ diye bağırıyordu. ‘Koşun laaan koşun, Abdullah’a bakın, vallah görmişem, onunki kabuklu, onunki kabuklu!..’ Derler ki, Abdullah’ın duvarın dibinden ağıldaki sığınağına kaçışı tıpkı bir kertenkelenin kaçışı gibiydi... Az sonra ağıla taşlar yağmaya başladı. Çoluğu çocuğu, genci yaşlısı toplanmış ağılı taşlıyorlar, ‘çık ulan gavur, kim olduğunu anladık, çık dışarı’ diye bağırıyorlardı. Bir süre sonra bağırışlar yakınlaştı, ayak seslerine dönüştü. Ağılın kapısı açıldı. İlk giren her daim Abdullah’ı korumuş olan Pelteklerin İsmail’i oldu, ardından da öbürleri. İsmail ardındakileri durdurdu, bir adım öne atıldı. ‘Nerdesin Abdullah, gel ki seni kurtaram, uzat elini.’ İsmail’in eli Abdullah’ın uzattığı ele değdi değmesine ama, birden irkilerek geri çekti. Uzattığı kanlı bir deri parçasıydı. İsmail ardındakilere döndü. ‘Hadi lan, bırakın garibi, çıkıyoruz.’ Rahat kodular ondan kelli sünnetli Abdullah’ı... Dokunmadılar bir daha.” [1]

Rober Hatemo yıllar önce askerde sünnet edildiğini anlatırken, arkadaşlarına özendiğini anlatıyordu; ve sünnet olmanın “daha sağlıklı” olduğunu... Sonra bu söylediğinin üzerinden biraz zaman geçince, on dokuz - yirmi yaşlarında ve üstünde bir sünnet kıyafetiyle Rober’in fotoğrafı gazetelerde görününce, bu yaptığından ne kadar da mutlu olduğunu söyledi; ve iyi ki sünnet olduğunu, bunun “güzel ve çok özel bir duygu” olduğunu... Artık bu “çocuk sevinci”ne bir de nasihat ekliyordu: “Her Türk vatandaşının yapması gereken bir şey!” Evet, sanırım şimdi “daha sağlıklı” ifadesi anlamına kavuşuyordu; “sağlıklı” olmanın bir anlamı da hayatta ve ayakta kalmak, yaşamaya devam etmeye çabalamak değil miydi?! [2]

Bu sünnet hikâyesi zaman zaman “yeni” ve “bomba” bir haber olarak karşımıza çıkmaya devam ettikçe, Rober’e hep sorup durdular: “Senin askerlik anıların da başka ama... Anlat, anlat!” Bu merakın sahipleri, sadece adının Rober olduğunu, bundan öte başkalarıyla arasında bir fark olmadığını, Türk olduğunu, İslamiyet’e inandığını, evinde bir hacı arkadaşının yaşadığını, on sekiz ay askerlik yaptığını, bu ülkenin taşına toprağına öldüğünü döne döne söyleyen bu adama gülüyordu: “Ben iptalim şu an gülmekten!” [Ba/ğ/zı insanlar gülerken çatlayıp ölse ya keşke! “İptal” kelimesi, dünyayı terk etmek manasına da gelse...] Karşı tarafın kendini anlatmaya dair tüm çabalarının boşuna olduğuna işaret eden bu kahkahalara, tüm o “biz”i temsil etmenin gururu ve güveni ve tabii ki kuşkuculuğu da ekleniveriyordu sonra: “Yani biz o kadar ayrımcı insanlarız?” Yok canım, ne ayrımcılığı?!! Delisin!! Askerde sünnet edilen, sünnet edildikten sonra askeri araçlar eşliğindeki “normal Kartal gibi bir arabanın arkasında” Osmaniye’de gezdirilen ve ama sünnet edilmeden önce komutanın ailesini arayıp “izin” – Acaba izin, emir ve gözdağı anlamına da gelmiyor mudur bazen?! – istediği bir genç adamdan bahsediyoruz! Ne ayrımcılığı?! Tövbe! Ve hatta Rober Hatemo’nun deyimiyle: “Eğlenceli” bile!

Rober Hatemo’yla son zamanlarda yapılan ve artık Rober’in “daha fazla” konuştuğu iki röportajda iki tür refleks görünürleşiyor; bunlardan ilki, karşı tarafın hikâyesini gülünecek bir yere doğru çekiştirmek. Böyle bir çekiştirmeye Rober’in de ortak olduğu söylenebilir belki; zaman zaman kendi de gülüyor anlattığına, anlattığını şakaya vurmaya çalışıyor. Fakat yine de bu bir eşitlenme veya aynı yerde buluşma, aynı yerden konuşma anlamına gelmiyor. Rober, bana kalırsa, karşısında oturanın egemen bir pozisyondan konuştuğunu çok iyi biliyor ve ona, ve başkalarına sürekli aynı şeyi hatırlatıyor: “Ben İslamiyet’e inanıyorum; Türk’üm de aynı zamanda; kendimi Türk hissediyorum.” Kısa bir zaman sonra yaptığı başka bir söyleşide konumu biraz değişiyor; bu sefer o, bir soru soruyor: “Bir yerde benim lafım geçtiği zaman, ya cinsel bir konu, ya belden aşağımla, ya da adımla, soyumla falan filan anılıyorum. Çok sıkıldım bundan! Ben 2006-2007’den beri hiçbir konsere, hiçbir projeye çağırılmıyorum. Bir sürü kanalda yasaklıyım!... Peki neden? Birisi söylesin bunu bana?”

Kendisini bir Türk, müslüman, maço, Anadolu erkeği olarak nitelendirdiği, “... daha rahatım, özgürüm, kendimi ifade edebiliyorum” diyerek yaşadığı ülkenin artık değiştiğini söylediği ve ama askerliğinin ilk gününde komutandan dayak yediğini incecik sızdırdığı röportajla, “Sanki hiç yokmuşum gibi davranılmasından sıkıldım!” dediği röportaj arasında iki ay var. Adını bir kusur, bir yük olarak taşıyıp durmanın ve zamanla yaşadığın her tür haksızlığın ardında sana konulan o adı bulmanın, ama yine de doğrudan adınla, acınla, tarihinle ilgili sorulan sorulara cevap vermeye çalışmanın ve mesela “Ne olmuş adın Rober’se? Bunun ne gibi bir zorluğu olabilir ki?” diye soru soran birine nezaketle cevap verebilmenin tuhaf bir tutarsızlık da taşıması gerekeceğini görmeden olur mu?: “Her şeyi söyleyemiyorum... Cümle kurarken [de] elli kere düşünüyoruz.”

Üzerine elli kere düşünülüp söylenenlerden, o “sağlıklı olmak” için yapılan sünnet hikâyesinden sızıp da geriye kalan, askerliğinin ilk gününde adından dolayı dövülen bir asker: “Ben askere gittim, adımı söyledim. Rober Hatemo İstanbul deyince, komutan benim ağzıma bir tokat çakınca yere düştüm. Bu ne biçim isim lan diye!” Ailesine yeni yeni yaşadıklarını anlatan bir adam... Hep anlattığından, babasının sünnet için komutana izin verdiğinden artık şüpheye düşen bir Rober: “Komutanımın dediği buydu!”

Rober bir şey yaptı şimdi, konuştu: “Zaten şiştim. Çabalamaktan şiştim. Çok yoruldum. Bunu hak etmiyorum... Ben içime atacağım atacağım da nereye kadar? Olmuyor!”

Rober o “eşik”ten geçemeyeceğini, asla “tam” olamayacağını da bilip anlatmıyor mu aslında?... ve sadece adının Rober olmadığını... “sadece”nin bazen derin bir yaraya da delil olduğunu...

Biri daha yarasını gösteriyor yani... o kanlı deri parçasını... 


[1] Hrant Dink, “İsmail ile Kertenkele Abdullah”, Birgün, 11 Ekim 2004.

[2] Askerde öldürülen er Sevak Şahin Balıkçı’yı anarak... Yıldızlarla uyusun!