Yarın Ölebilecek Olanlar Hâlâ Hayattayken
Pınar Öğünç

Dönemin tek başına iktidar olan partisi AKP'nin, daha sonra “çözüm süreci” olarak anılacak hamleye girişirken zihninin berisinde olanlar hiç tahmin edilemez değildi. Tamı tamına ne olduğu önemli miydi? Birincil düzeyde değil. Çatışmasızlık arayışı, müzakere yahut müzakereye uzanacak her tür ilişki yoluyla, zaten o ana dek birbirini reddetmiş, birbiriyle çatışmış taraflar arasında gerçekleşir. Kafalarındaki asla aynı olmaz. Aynı olsa geride bir savaş tarihi olmaz zaten. Taraflar aslen birbirlerinden hazzetmeyerek, birbirlerine güvenmeyerek ama en azından asgari müşterekte buluşmak, güvenmenin yollarını aramak için müzakere ederler. Masadan kimse çok mutlu kalkmaz. İki taraf da kazanır, iki taraf da tam kazanmaz ama tek taraf da kaybetmez.

“Teöristlerin” cezaevindeki başıyla görüşmek, Türkiye'nin çok can yakmış, kemikleşmiş meselesinde kansız bir döneme doğru adım atmak hakikaten cesaret istiyordu. AKP bunu neden yaptı? Bugün hükümet cenahı tarafından adlı adınca anıldığından daha net biliyoruz. Siyaseten alınan riskin büyüklüğüyle orantılı olarak oy beklentisi vardı AKP'nin. Memleketin büyük derdini çözen süper kahraman/ büyük reis Recep Tayyip Erdoğan, AKP'ye var olanın da üzerinde teveccüh bekliyordu, bu hakkıydı. Geniş bir halk tabanı olan bir örgütle, bundan sonra silah kullanmamaları yani yerine siyaset yapmaları üzerine uzlaşıp sonra gerilla ailelerinden falan AKP'ye oy mu bekliyordu mesela?

Kapının arkasındaki '90'lar

Genel seçim sonuçlarıysa başka şeyler gösterdi. HDP, darbe zihniyetiyle konmuş antidemokratik seçim barajını, üzerine 3 puan daha ekleyerek geçmekle kalmamıştı, AKP Kürt oylarını kimi kentlerde dramatik biçimde kaybetti. “E ne anladım o zaman ben bu işten...” düşünce balonları...

Bir de toplumsal ayağı var. Bu ara herkes 90'lı yılların dönüşünden endişeli. Sanki 90'larda yüzünü göstermiş bir doğal afet yeniden uğrayacak ülke sınırlarına. İki günde “inlerine gireceğiz”, “kurşun atanı pişman edeceğiz” edebiyatına, elleri bağlı gerilla ölülerinin fotoğraflarını yaymaya, cenaze yakıp mezarlık tahrip etmeye, orman bombalamaya geldiysek 90'lar zaten hemen kapının arkasında bekliyormuş. Kesik kulaklardan anahtarlık da mı yapılacak üç güne kalmadan?

Yasal dayanak noksanlıklarının yanı sıra çözüm sürecinin maraz çıkartacağı belli yanlarından biri, manevi dayanaklarının oluşturulmayışı, taraftar olanların dahi soyut bir barış fikrine çengel atmasıydı. Barış, söze gelince üzerine titrenen uhrevi bir yaratığa, tutması sadece dilenen bir laboratuvar terkibine benziyordu böyle. Emeksizdi. Barışın savaş gibi “yapmak” fiiline ihtiyaç duyduğu gözden kaçıyordu. Barış “yapmaya” yeltenilseydi, neden “barıştığımıza” bütün halklar ikna edilmeye çalışılırdı; görünür çatışmasızlık mevsiminde hâlâ linç edilen Kürt işçileri, dikilen kalekolları, dikilmesin diye önlerine atlayıp ölenleri başka türlü konuşurduk. Lafı niye uzatıyoruz ki, barış niyetini masanın dışına da çıkarıp bir nebze toplumsallaştırabilseydik 90'lar böyle kapının arkasında bekliyor olmazdı.

PKK’yi HDP sanmak

Adıyaman'da, Suruç'ta, Ceylanpınar'da tam ne oldu, bunları bilmeden savaşın fitilinin nasıl ateşlendiğini bilemeyeceğiz. Bunu aydınlatmaya en azından niyetli olan Meclis Araştırma Komisyonu, malum AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. İstemediler. Şimdi önümüzde genç insan ölüleri; zorunlu askerler, subaylar, polisler.. Biri nişanlıymış, birinin karısı hamile. Sonlandığı yerden kesip baktığınızda herkesin hayatında umutlar var; içinizi acıtıyor şimdi. Herkes yakınlaştığı ölünün hikâyesini duyabiliyor. Neredeyse bir haftadır 45 derece sıcakta sınır kapısında bekletilen, buradaki evinden Rojava’yı savunmak, IŞİD’la savaşmak için çıkan 23 yaşındaki bir genç ölüsünün de böyle yarım bir hikâyesi vardı mesela. Medeni Yıldırım’dan bir yıl sonra onun gibi kalekol protestosunda öldürülüp de yan tarafına gömülen Ramazan Baran’ın ya da. Evet, Yasin Börü, gencecik bir insan vahşice öldürüldü, ama 6 Ekim’den sonra beş-altı gün içinde tam elli kişi öldü, bırakın hayat hikâyelerini öğrenmeyi doğru düzgün soruşturulmadı bile.

Bu süreçte kolaycılıkla seçilen yanlış yollardan biri HDP’yi PKK’leştirmeye çalışmaksa, bir diğeri de PKK’yi HDP sanmak. İstersek HDP’yi kapatırız, istersek eşbaşkanlarını yargılarız... Demirtaş söylesin PKK dursun... Herkes Facebook’tan kınasın, kınasın da bitsin... 

Siyaseten, ahlaken size uyar ya da uymaz ama halklar tarihin olağan akışına bırakıldığında talepleriyle görünmeyeceklerini düşündüklerinde, yok sayıldıklarında silah yoluna başvurur. Silahlı örgütlerin amacı muhatap konumuna gelebilmektir. Duymak bazılarının hoşuna gitmese de şimdilik dağılmış görünen masa bu şekilde kuruldu. Örgütün kendini hele şu an lağvetmesini beklemek mantık dahlinde mi? Duru bir akılla bakınca Kandil’i dümdüz etmenin, tek tek bütün PKK’lileri öldürmenin pratik imkânsızlığını AKP dahi biliyor. Neticede çözüm süreci o dönem elde yeteri kadar F-16, mühimmat yok diye başlamadı.

Diğer yandan PKK de, misilleme mantığının Meclis’te ilk kez yakalanan böylesi büyük bir temsiliyetin siyaset kanallarını daralttığını görebilecek tecrübede bir örgüt. Müzakerenin, mutabakatın m’sinin olmadığı günlerde, bağımsız adaylarla girilen Meclis dönemlerinden farklı.

Şu an yapılacak şey belki zamanında ıskalanan topumsal tazyikle, tarafları aynı anda silahları bırakmaya ve görüşmeye çağırmak. Buna zorlamak. Çok mu olanaksız? Daha iyi ne fikriniz var? Bunun sonu var mı ya da? Yarın ölebilecek olanlar hâlâ hayattayken, buna mecburuz.