Küçük Adamlar
Meral Akbaş

Kendileri konuşmadan önce konuşmakta olan ya da konuşma ihtimali bulunan başka herkesi susturma isteklerindeki o sabırsızlık ve öfkeden hemen tanıyor insan onları: “... bir kadın olarak sus dedim. Bir sinek vızıltısı kadar önemli değil. Çünkü onlar haksız ben haklıyım.” Ardı ardına sarf edilmiş bu üç cümlenin söylediği, başka bir küçük adamın söylediği şu üç dört cümleye ne kadar da benziyor: “HDP’nin hiçbir karşılığı yok. Görünüyor işte koalisyonda yeri yok. Çözüm sürecinde yaptırımı yok. Anlam ifade etmeyen pozisyonu var.” Kendilerinin deyimiyle “sinek vızıltıları”na sabırsızlık ve öfkeyle doğrulttukları o “haklı” sözlerle kendilerinden başka kimseyi muhatap almadıklarını söylüyorlar önce; sonra da muhatap almadıklarını söyledikleri bu vızıltılarla, anlam taşımayan siyasi konumlarla sürekli didişip duruyor, bitmek bilmez emirlerini sıralayıp duruyorlar. Bu tuhaf ilişkilenme biçiminin bir “konuşma” olduğunu söylemek zor; muhatap almadığını söylediği ve ama iki cümlesinin birinde muhatap alıp ateş püskürdüğü muhatabına [sanırım onlar buna “sözde muhatap” demeyi uygun göreceklerdi!] dair bazı sabit fikirlerin etrafında dolanıp duran, onu önce yok sayan, sonra sözünden dönüp suçlayan, yaptığı “yanlış”lardan geri dönmesi için yine de ona yol göstermekten geri durmayan, ama mutlaka muhatabına dair güvensizliğini dile getirmekten çekinmeyen bir boşaltıp bırakmaya benziyor onlarınki: “Herkes haddini bilecek...”

Kendilerinden başka herkese salladıkları parmaklarını üzerimize, tenimize değdirerek, uzaktan, kürsülerden, canlı yayınlardan o kötü sesleriyle düşüyorlar hayatın ortasına tam zamanlı, süreklileştirilmiş bir taciz olarak: “Bunların tek tek hesabı sorulacak. Nerede inleri varsa bulunacak... Herkes ders alana kadar, hukuktan ders alana kadar böyle devam edecek.” Söyledikleri her şey öylece duruyor bıraktıkları her yerde; ağırlar, tehdit içeriyorlar. Ve sadece tehdit içermiyor; kan, savaş, intikam, yalan kokuyorlar. Birinin bıraktığı yerde sözü, hemen başkası alıyor. Her biri kendi alanı, imkanı el verdiğince “... herkes ders alana kadar...” ders vermeye devam ediyor; yangınla, köy boşaltmalarla, susuz bırakmakla, elektrik kesintileriyle...   

Tüm bu tehditlerde HDP ile herkes arasında o kadar kısa bir mesafe var ki... PKK ile HDP arasında yıllardır dönüp durup keşfetmekten bıkmadıkları o “organik bağ”ı, HDP ile herkes arasında da kolayca bulup çıkartabiliyorlar. CHP ile bile artık o kadar uğraşmıyorlar sanki; hatta CHP’den önce CHP seçmenine çağrıda bulunuyorlar kendi partilerine yeniden oy vermeleri için: “… kendi partilerine oy versinler yeter, onu söylüyorum!” HDP’nin iktidar açısından “anlam ifade etmeyen pozisyonu”nun aslında nasıl da bir ihtimal içerdiğini anlamak zor değil sanki; her ne kadar muhalefetin kendine iktidarın dilinin içinden bakması sorunlu olsa da tüm bu küçük adamların söz birliği, inadına sahip çıkılması gereken bir yeri de işaret ediyor. İktidar kendi sınırlarını ortaya koymakta fazlasıyla cüretkâr: HDP için yüzde 7’lik bir oy oranı, tüm başka farklı kesimlerden gelme ihtimali bulunan oyların kesintiye uğraması, herkesin evine dönmesi yani...: “HDP’ye oy veren AK Parti düşmanları, asla AK Parti’ye oy vermeyecek olanlar, beyaz Türkler durumu görmüştür artık diye düşünüyorum.”

Cinayetlerin bu kadar açık seçik olacağı, katil(ler)in kendi yaptığı “durum” üzerine bu kadar çok konuşacağı ancak bu ülkede yaşayanların bildiği, bilebildiği… Aydınlıkta duranı, yakında bulunanı cinayetle, savaşla, silahla karanlığa çekmenin, görünmez kılmanın gayretine bu adamlar “durum” diyorlar; “durum”un görülerek sahip çıkılmaya başlanan tüm sokakların, duvarların, kahkahanın, o tuhaf çocuk heyecanının terk edilmesini arzuluyorlar; çünkü “... onlar haksız, ben haklıyım!”      

Elif Şafak, Mahrem’de karanlık ve uzaklığın gözbebeğini büyüttüğünü, aydınlık ve yakınlığınsa küçülttüğünü yazar. [1] Yakınında ve aydınlıkta olana ulaşabilmek için yani, o “kararsız çember”in çaba harcaması gerekmez. Ancak uzakta ve karanlıkta olanı yakına getirebilmek için büyür gözbebeği, büyüdükçe de karanlığı yanına çeker. Söz de gözbebeği gibi belki; gözün aydınlık ve karanlıkla kurduğu istemsiz ilişkiye benziyor sözün hayatla kurduğu ilişki... Bazı sözler sessiz sakince ya da ağıtla, çığlıkla, umutla, kısık ya da gümbür gümbür hayata değerken, bazılarının yüksek sesi karanlığa çekiliyor, gittikçe küçülüyor, güçsüzleşiyor... Şu adamların seslerini yükseltmeleri, bağırıp durmaları bu sebepten; görülmemeye, duyulmamaya başladıklarını bildiklerinden, herkes onlara arkasını döndüğünden, “karanlığı kimse yakınında görmek isteme[diğinden]...” [2]  

Küçük adamların karanlık seslerine inat “bir sinek vızıltısı kadar önemli” ve yakın, ve aydınlık bir ihtimalimiz var... hâlâ...


[1] Elif Şafak, Mahrem: Görmeye ve Görülmeye Dair Bir Roman, s. 141.

[2] A.g.e., s. 141.

Küçük Bir Not: Bu yazıda sözü geçen adamlara dair kullandığım “küçük” sıfatını, herhangi bir karşılaştırma yapmak için değil de basitçe kendi ilk anlamı dahilinde kullandım.