HDP'nin Önündeki Yol
Murat Belge

Koro halinde bağırıyorlar: “PKK’nın silâhlı eylemlerini kına! Sen demedin mi, ‘Türkiye partisiyiz’ diye? Haydi, PKK’yı eleştir de görelim!”

Eleştiriyor. “Amasız, ancak’sız kesilmeli bu,” diyor, “AKP’nin suçları asker ve polis öldürerek sorulmaz.”

Bu, seçimden beri, ilk de değil. Demirtaş o koro bunu talep ettiği için mi bunları söylüyor? Umarım hayır. Umarım nesnel durum bunu gerektirdiği için söylüyor.

Onun bunu söylemesi o cephede haber bile olmuyor.

Olmaz, çünkü seçim stratejisi diye bunu bellemişler. Ortalık toz duman olacak; onlar HDP’ye yükleyecek ve yüklenecek. HDP baraj altına itilecek ve AKP tek başına iktidar olacak.

Bu arada Tayyip Erdoğan’ın bazı kin ve intikam güdüleri (“Seni başkan yaptırmayacağız” v.b.) serinleyecek serinleyebilirse eğer.

Bunlar, işin bir yanı. Ama asıl can alıcı yanı değil.

Can alıcı olan, HDP’nin, şu anda önünde açılan iki yoldan hangisinde karar kılacağı. Ve “karar”, yalnızca HDP’nin, onun bugünkü yönetiminin elinde olan bir şey değil. Basit ya da kolay bir şey hiç değil.

Bugün HDP adıyla karşımıza çıkan bu partinin tarihi, fiilen, HEP ile başlar. HEP, özgül bir konjonktürde, 1990’da kurulmuştu. SHP’nin anti-demokratik bir kararına başkaldıran bir grup milletvekili bu partiden istifa etti. Aralarında, 12 Eylül’de ağır bir yargılama sürecinden geçen DİSK’li sendikacılar vardı. Tabii Kürtler vardı; partinin önderi Aydın Güven Gürkan olacak gibi görünüyordu.

Olmadı.

Bu çalışmaların içinde ben de vardım. Birçok şeyi görece yakından gözlemleyebildim. Ama sadece “görece”... Perde arkasında çok şey döndüğü belliydi. Bunlara dalmadan, spekülasyon da yapmadan, ana sorunu söyleyeyim.

O zaman da ana sorun “Kürt partisi/Türkiye partisi” arasında bir tercih yapmaktı. Bu tercih, “Kürt partisi” yönünde yapıldı. Öyle olunca, bazılarımız bu hareketten ayrıldı. En başta, Aydın Gürkan.

Bilindiği gibi parti birkaç yılda bir kapatılarak ve yeni bir adla yeniden kurularak yoluna devam etti. Süreçte, birkaç kere, “Türkiye partisi” olma niyetini de açıkladı; ama bunun için uygun bir ortam yoktu.

Bunca yıl sonra HDP ile bu fırsat bir kere daha yakalanmış oldu. Öyle sanıyorum ki bu da önceden uzun boylu tasarlanmadan, planlanmadan, gene bir konjonktür içinde oluştu. Ama bu sefer her nasılsa koşullar elverişliydi. AKP’nin varlığı ve varoluş tarzı herhalde böyle bir konjonktür oluşmasına önemli bir katkıda bulunmuştu.

Ama tarihî kökleri de vardı bunun. Altmışlarda, genç Kürt önderleri en uygun platformu sosyalist TİP’te bulmuşlardı. Türkiye’de bu konum hâlâ böyle devam ediyor. Sosyal-demokrat olduklarını iddia edenler, aslında Kemalist oldukları için, “Kürt” lafını işitince münasip bir kuytuya çekiliyorlar.

HEP’in kuruluş aşamasında, bu parti yalnız sosyalistlerin, yalnız Kürtler’in değil, kadın hareketinin, bütün ezilen etnik ve dinî ya da başka temele dayanan toplulukların, sol-liberallerin, kendilerini evlerinde hissedecekleri bir adres olmalı, diyorduk. Ama dediğim gibi tercih başkaydı ve öyle bir şey olmadı. Ama 2015’te, AKP iktidarında, böyle bir toplaşma kendiliğinden oluşuverdi.

Bu durum, HDP’ye, Kürt siyasi hareketinde şimdiye kadar görülmemiş bir oy desteği kazandırdı. Ve tabii Tayyip Erdoğan’ın dikta heveslerine ağır bir darbe indirdiği için de çok iyi oldu. Ne var ki bu, bence, ikincil bir konu. HDP’nin önemi AKP’yi durdurmaktan değil, kendisinin bu topluma verebileceklerinden gelmeli. Ben HDP’yi “iktidar adayı” bir parti olarak görmüyorum. Böyle bir şeyi düşünmek için çok erken. Ama Türkiye’nin siyasî hayatında önemli bir varlık olarak görüyorum. Bu toplumda en ileri, en demokratik, en medeni önerilerin dile getirildiği, talep edildiği platform olabilir. Bu potansiyel şu an elinde. Birtakım şeylerin, demokrasiye aykırı şeylerin, hazırlıkların açığa çıkarıldığı yer ve bunları durduran güç olabilir. Şimdiye kadar yaptıkları bunları pekâlâ yapabileceğini de gösterdi.

7 Haziran sonuçlarıyla HDP’nin girdiği kulvar, bunları hem mümkün, hem de gerekli kılan kulvar. Ama “kulvar” bu imkânlara açıktır diye bütün bunların olacağının bir garantisi yok. Gene birileri bir karar verir ve başka bir doğrultuya girilir (tabii bu sefer bunun kavgasının daha çetin geçeceğini tahmin ediyorum).

“O da olsun, ama biraz da bundan olsun,” demek de çare değil. Böyle bir dengeleme mümkün değil. Bu parti, Kürtler’in çok önemli bir yere sahip olduğu bir parti olacak. Bu zafer gerçekliğin kendisi. Elbette öyle. Ama bildiğimiz, şimdiye kadar çeşitli örneklerini gözlemlediğimiz ikili yapıyı bu parti (yani, olmasını özlediğimiz parti) kaldırmaz. Hani öyle kaş göz işaretiyle durumu yönlendiren yirmisini yeni bulmuş parti komiserleri falan olacaksa (ve bu tür yapıların bilinen başka özellikleri) bunu bir tür insan sindirir, kabul eder, bir kısım insan kabul edemez. Edemeyecekler, bu çağın demokratik ilkelerinden vazgeçemeyenler olacaktır – yani bu siyaseti çağa taşımasını bekleyeceklerimiz.

Bu durumun önceden tasarlanmadan, bazı kendiliğinden biçimlenişler sonucu ortaya çıktığını düşündüğümü söylemiştim. Böyle bir konjonktürün şu aşamada çıkabilmiş olması bir mucize ve bunun da tekrarlanabilir bir şey olduğunu hiç sanmıyorum. HDP şu ya da bu nedenle, tanımlamaya çalıştığım rolü oynayamazsa, bu sorun kanlı bıçaklı bir seyirle sonu kestirilemeyen bir kaos olup gidecektir.

HEP bir fırsattı; harcandı.

HDP de bir fırsat.

Harcanırsa... Toplumsal determinizm denilen şeyin Türkiye’ye yeni yeni fırsatlar yaratmak gibi bir yükümlülüğü olduğunu sanmıyorum.