Gördüm Duydum Biliyorum!
Meral Akbaş

Müge Anlı’nın yıllardır sunduğu o televizyon programını, Müge Anlı ile Tatlı Sert’i uzun süre izlediğinizde görüp fark edeceğiniz meselelerden biri de, her kapının, her pencerenin, her duvarın ardında “komşu” bir gözün, bir kulağın varlığıdır. Canlı yayına telefonla bağlananlar ve hatta bazen koşarak bu programa katılanlar, “suçlu” olduğunu düşündüklerinin karşısına dikilir; evden kaçıp kaybolup gidenlere, kaçanların ardında kalanlara, kaçırılanlara, öldürülenlere ve tüm bu olaylarda şüpheli olarak görünenlere dair görüp duydukları, bildikleri her şeyi “tanık” sıfatıyla ve bitmez tükenmez hevesleriyle anlatır da anlatırlar. Müge Anlı’nın programında kayıp ya da ölü bir beden, o bedenin etrafını saran hayatın bir “suç mahalli” olarak işaretlenmesine, kayba ve ölüme sebebiyet veren bir alan haline getirilmesine vesile olur. Burada ürkütücü olan ve aynı zamanda seyredileni pornografik yapan, üzerine konuşulan her kimse onun, kayıp olanın, öldürülenin yaşamının en mahrem yerlerine bu tanıklıklar yoluyla ulaşılması, bu bulup çıkarma sürecinin uzun bir zamana yayılarak olayın izlenilir ve merakla takip edilebilir kılınması, her başka gün yeni tanıkların anlatımlarının dolaşıma sokularak o kayıp ya da ölü bedeni tümüyle ele geçirme hissinin kuvvetlendirilmesidir. Çünkü çoğu zaman, kayıp olanı bulmanın ya da ortada duran cinayeti çözmenin bir yolu olarak, şimdi “olmayan” o kişi hakkında –delil olma ihtimali taşımadığında da– bilinmeyen ne kaldıysa işte onun peşine düşülür.

Seyredilen bu “şey”, polisin takip etme ve bulma, sorgulama ve suçlama sürecinin bir parçası olarak görülebilir; program boyunca polisten alınan bilgi işlenir, delillendirilir ve seyircilerin tanıklığında gerçekleşen bu işlemler kayıt altına alınır, büyük ihtimalle de bu kayıtlar polise bir “delil” olarak geri döner. Programın sunucusunun hep daha fazlasını bilmesi ve bunu seyircisine sezdirmesi, bildiğini görünürleştirmeyi erteleyerek bir “merak ve haz alanı” yaratmak istediğinden değildir sadece; polisten gelen bilgiyi ardına alarak ve bu gizli bilginin varlığını hissettirerek kendi otoritesini ve soru sorma, sorgulama ve yargılama yetkisini de kesinleştirir. Diğer taraftan, o “gizli” sorgulama süreci artık bir sürü insanın gözünün önüne yerleştirilmiş; seyirciler de karşısına çıkarılanı sorgulama ve suçlama otoritesine kavuşmuştur. Polisin – bana kalırsa zaten – suçlu olduğunu düşündüğü kişiyi bir canlı yayın mahkemesine devrettiği bu durumda kimi zaman sunucunun sorularıyla, kimi zaman da programa davetli “uzman” avukat ve psikiyatristlerin açıklamalarıyla işaret edilen, köşeye sıkıştırılan, aklı karıştırılan kişi hakkında ihbar telefonları gelmeye başlar. İktidarın “suçlu” olarak gözüne kestirdiğini kendilerinin gördüğü, duyduğu ve/ya bildiğiyle açığa çıkardığını sananlar, bu esnada iktidara olan bağlılıklarını da beyan etmiş olurlar.

Yakın zamanda Resmi Gazete’de yayımlanan ve “3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suç faillerinin yakalanmasına yardımcı olanlara veya yerlerini, yahut kimliklerini bildirenlere para ödülü verileceğini” içeren düzenleme, başbakanın “her vesile ile devletin otoritesinin pekiştirilmesi” için “bütün kolluk kuvvetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerinin ihtiyaç duyulan her yerde görevlendirilmesiyle” ilgili ülkenin bütün illerine gönderdiği genelgeyle, zaten iç güvenlik yasasıyla kendisine sınırsız öldürme yetkisi verilenlerin izinsiz ve herhangi bir neden göstermeden uzun süreler boyunca arama, kimlik kontrolü yapma ve gözaltına almalarını mümkün kılan mahkeme kararlarıyla, tüm bu işlere bakan yeni bakanın daha koltuğuna oturur oturmaz savurduğu “kafalarını ezeceğiz” tehditiyle beraber düşünüldüğünde, Müge Anlı’nın programında sürekli kışkırtılan o hisse, o “tümüyle ele geçirme” isteğine geri dönüyoruz sanki. Sınırsız öldürme yetkilerine, güç gösterilerine, herhangi bir sebep, delil göstermeksizin insanları hapsedebilmelerine rağmen, yine de “vatandaş”ı yardıma koşmanın, üstelik bu yardımın parayla ödüllendirilmesinin bir nedeni de yaptıkları zulmün, Gültan Kışanak’ın deyimiyle faili meçhul cinayetlerin yerini alan “resmi ölümler”in bir “ortak duygulanım alanı”na dönüşmesinin, herkesin – daha doğrusu “iyi vatandaş”ların – kendini devlet cinayetlerinin bir parçası, ortağı olarak hissetmesinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Çünkü ihbar edilmeye, bir telefonla üstesinden gelinmeye, parayla satın alınmaya çağrılan o meçhul ama kesin ve yakın düşman hâlâ inatla hayatta kalandır; henüz kaybolmayan, yok olmayan, tümüyle ele geçirilemeyen bir hayatın delilidir. Bu da devletin hep bildiği, hiç unutmadığı, bir an evvel yok etmek istediğidir.  

“Resmi ölümler”, haberlerde, hepimizin gözleri önünde kayıp kayıp giderken vatandaşına “Konuş!” diyor iktidar, “Anlat! Ne biliyorsan... Ne gördüysen, ne duyduysan...” Çünkü ancak öyle tüm bu savaş, gündelik hayata pornografik bir kesit olarak düşecek; “diğerleri” de canlı yayına katıldığında, gördüğü, duyduğu, bildiği bir küçük ayrıntıyı devlet otoritesini zarara uğratmanın büyük ve önemli bir nişanı olarak anlattığında...