Gibi
Derviş Aydın Akkoç

‘Başkaları’nın acısı nasıl hissedilir ya da daha doğrusu ‘başkaları’nın acısıyla özdeşleşmek mümkün müdür? Öznenin ‘başkaları’ kadar acı çekmezken, acıya yaklaşması, onu kendi ruhsal âleminde duyması: Burada bir hile, eşitsizlik var. Acı çekmek fiziksel yahut manevi bir zarar, bir çeşit hasar alma, eksilme durumudur. ‘Başkaları’nın acısına ayarlı özne kendisi zarara uğramamış, hasar almamış ve eksilmemiş olsa da, zarara uğramış, hasar almış ve eksilmiş gibi yapar. Nasıl bir haletiruhiyedir bu? Genellikle vicdan kılığına bürünmüş, akıl ve iktidar oyunları tarafından meşrulaştırılan ama daha da önemlisi dilde temsil edildiği iddia edilen, tedirgin edici bir sinsilik bu. Elias Canetti’nin sözleri yol açıcı mahiyette:

“Bazı insanlar başkalarının acısını o kadar hissederler ki, bunun dışında hiçbir şey hissetmezler. Bu arada yaşamayı sürdürürler, yapabildikleri yerde kendi acılarından kaçarlar ve ilerlemeyi de pekâlâ iyi başarırlar. Acaba böyleleri, insanların en kurnaz olanları mıdır? Acıya ilişkin ince duyarlılıkları, belki de onların acıyı zamanında davranarak, böylece acının kokusunu daha iyi alarak, kendilerinden uzak tutmak amacına mı hizmet etmektedir. Acı antenleri mi söz konusudur?”1

Mevzu ‘başkaları’nın acısı olmaktan çıkıp “ölümü” olunca acıyla kurulan ilişki daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor: Bu kez ölülerin temsiline kalkışılıyor. Acıya duyarlı antenler, ölüme duyarlı antenlere bırakıyor yerini. ‘Başkaları’nın acılarını temsil eden özneler, ölüler adına konuşma hakkını kendilerinde bulan, üstelik ölüleri “iyi ölüler” ve “kötü ölüler” olmak üzere ayırabilen öznelerdir. Ölüler hakkında sınıflamalarda bulunmak, onlara çehreler kazandırmak, acıyla yoğun temas halinde olan şahısların, özellikle de reel-siyasetçilerin ve onların dümen suyundaki bazı yedek elemanların icra ettikleri bir pratiktir.

İnsanların en kurnaz cinsi olarak reel-siyasetçiler, özellikle de devletle zehirlenmiş yönetici kadrolar ölümü kendilerinden uzak tutmakta uzmanlaşmışlardır: Başkaları ölür ama kendileri ölmüş gibi yaparlar. Oysa kendileri hayattadır. Ölümle kavgalı değil, bilakis barışıktırlar. Bu durum iflah olmaz bir zavallılıktır. İktidar duygusunu zedeleyen bu zavallılığı perdelemeye gayret etmek, yönetme sürecinin işleyişi açısından elzemdir tabii.

Perdeleme faslında, her “iyi ölümün” ardından, bir sonraki “iyi ölümün” teminatı için, birtakım parodiler sahnelenir: Ekranlar karşısında ucuz pozlar kesilir, cıvımış demeçler verilir, ölülerin –öldürülenlerin- “kanlarını yerde koymamak” üzere yeminler edilir, icabında gözyaşları bile dökülür. Ama bütün bunlar olurken, her nasıl oluyorsa “yaşamayı sürdürürler” bu insanlar. Varlıklarıyla başkalarının ölümlerine yol açmış olmaları önemli değildir. Önemli olan her durumda kendilerinin sahip oldukları hayat hakkıdır, ölümden beslenen hayat hakkı. Kendi hayatları iktidarın da yaşaması anlamına gelir, onların eksilmeleri gerekmez, aksine ölülerle çoğalmaları daha caziptir.   

Çoğalmanın başlıca yolu konuşmaktan, çok konuşmaktan geçer. Ölülerin esas talihsizliği ise konuşamıyor ve kendilerini kendi kelimeleriyle ifade edemiyor oluşlarıdır. Reel-siyasetçiler bu garip boşluğun etrafında örerler söylem ağlarını. Hayatta kalanları, henüz ölmemiş olanları borçlu çıkarmaları, kendilerini alacaklı haline getirmeleri de yine bu sayededir. Alacaklı olmanın berbat hazzı damaklarını kamaştırır: Ölüm yaşayanlara kanıksatılır, hatta başat değer haline getirilir. Bahşedilmiş hayat, tekrar alınabilir bir hayattır.

Muhtelif negatif duygular, sözgelimi nefret, hınç, intikam gibi duygular konuşan figürlerin kelime ve jestlerine damgasını vurur. Parodinin ikna kapasitesini genişletmesi, mizansenin selameti, sahneleme tekniklerinin seyirci kitlesinde belli bir etki uyandırması için bu şarttır. Duygular sahtelik kisvesi altında olsa da aşırılaştırılıp hararetlendirilir. Ölümün ve acının tesiri yüceltilir. Bu esnada neredeyse tüm negatif duygular şurasından burasından, şu ya da bu biçimde gösterir kendisini, biri hariç ama: Utanç. Hiçbir surette utanç duyulmaksızın konuşulur. Riyakârlıkları olduğu kadar sorumlulukları omuzlardan silkme hamlelerini de ele veren başlıca duygu eksikliğidir utanç.

***

Profesyonelleşmiş makineli tüfeklerin, tank gıcırtılarının, havan toplarının, sefil gazete manşetlerinin, uğultulu kalabalıkların seslerinin yükseldiği dönemlerden sonrası için umut beslemek, hayatın doludizgin aktığı bir dünya düşlemek, konuşamayacak ölülerin sayısındaki artıştan ötürü mümkün değil artık. Kendini aldatmaya, kendine geçici yalanlar söylemeye dönüşüyor umut. Umutlanıyormuş gibi yapmak da kendini aldatmaktır. Tek bir ölünün dahi diriltilemeyeceği aşikârsa, umut beslemenin ya da “militan iyimserlikten” medet ummanın ne anlamı var ki? Unutmak mı? Belki. Ama kabristanının yolunu kaybetmiş hortlaklar ortalığı bunca sarmışken, hayatta kalanların büyük bir çoğunluğu cinnet eşiğinde çırpınıp yakıp yıkarken, linç ataklarında enerjilerini boşaltırken, mahalleler ateşe verilirken, sokağa çıkma yasakları ilan edilirken, daha da vahimi “kötü ölüler” kokmasınlar diye buzdolaplarında muhafaza edilirken, toprağa gömülemezken… Unutmak… Hangi güçle? Nasıl?  

 


1 Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: Payel Yayınları, s. 201.