İnsanlık Öncesi Zihniyetin Katliamı
Ahmet İnsel

Kurban Bayramı’nın birinci günü Mekke’de hacıların şeytan taşlarken, birbirlerini ezip, geçici verilere göre 753 kişinin öldüğü, 900 civarında kişinin yaralandığı büyük facianın sorumlusu belli oldu: Hacılar! Suudi Arabistan Sağlık Bakanı, bu kazanın (buna ne kadar kaza denir, sonra ele alacağız) nedeninin, hacıların tespit edilen saatlere uymadan hareket etmesi olduğunu söyledi. “Hacılar talimatları dinleselerdi, bu kaza olmayabilirdi”, diyen Sağlık Bakanı’nın bu gayet sorumlu değerlendirmesini, İçişleri Bakanı sözcüsü general farklı bir açıdan destekledi: “Aşırı sıcaklar ve hacıların yorgun olmaları maktul sayısını arttırdı...” Özetle, başta ölen ve yaralananlar olmak üzere hacı adayları ve hava durumuydu esas, hatta yegâne sorumlular.

Hac ziyaretini Disneyland’ın Müslüman versiyonuna dönüştüren, gözlerinde dolar yanıp sönerken, her türlü tarihî simgeyi yok eden bir püritenliği görünüşte savunan Suudi hanedanı üyelerinden veya onların hizmetkârlarından, bunların kaza değil, “Allah’ın evinde cennet yolunda gerçekleşmiş kutsal ölümler” olduğunu, Hac ziyaretinin fıtratında bunların var olduğunu söyleyenler çıkmış mıdır? Ya da kaza, “Allah’ın ezelde takdir ettiği bir şeyin zamanı gelince bu takdire uygun olarak gerçekleşmesi”dir diyerek, bunu da takdir-i ilahiye havale edenler var mıdır? İnsan, yüksek sesle olmasa da, için için bu mırıldanmanın yankılarını duyuyor. En azından bunun varlığını düşündürecek birçok işaret var.

Son 25 yılda Hac ziyareti sırasında bu tür izdihamlar nedeniyle ezilerek, nefessiz kalarak 3500 (yazıyla üç bin beş yüz) civarında hacı adayı öldü. Çoğu aynı yerde olan izdiham kazalarıydı bunlar. Bunlar o kadar öngörülebilir olaylar ki, kaza sözcüğü bile anlamını yitiriyor. Ayrıca bu son “kaza”dan birkaç gün önce, “İnşaat Ya Resullulah” niyetinden nasibini alan başka bir ülke olan Suudi Arabistan’da, 11 Eylül’de, Ka’be’nin etrafında dikilen gökdelenlere yenilerini eklemek için çalışan bir vincin devrilmesi sonucu 109 kişi ölmüştü. 2015 Hac ziyaretinin geçici bilançosu, ezilerek ölen 863 kişi. Ve uzun bir “izdiham kazası” dizisinin yeni bir halkası...

Mekke’de Hac döneminde insanların birbirlerini ezerek öldürmelerine yol açan bu izdihamın neredeyse aynıları daha dün diyebileceğimiz tarihlerde yaşandı. 1994’de (270 ölü), 2004’de (281 ölü), 2006’da (364 ölü) hacı adayları ezilerek öldü. Ayrıca 1997’de bir çadırda çıkan yangın nedeniyle oluşan izdihamda 343 kişi öldü. 1990’da Mina Dağı’na giden bir kilometrelik tünelde havalandırma sisteminin bozulması nedeniyle yaşanan izdihamda 1426 kişi ezilerek ya da nefessiz kalarak ölmüştü.

Görüldüğü gibi, öngörülmesi zor olmayan kazalar değil bunlar. Çoğu aynı yerde ve aynı koşullarda gerçekleşmiş. Hac mekânını inşaat alanına dönüştürmek ve bunu büyük bir gelir kaynağına dönüştürmek konusunda hiçbir sınır tanımayan bir yönetimin basiretsizliği söz konusu her şeyden önce. Buna basiretsizlik de değil, umursamazlık demek daha doğru olur. Kadercilik olarak tanımlamak da hafif kalır. Medeniyet yoksunluğuyla dağlanmış, insanlığa karşı ilgisizliğin, hatta nefretin dışavurumu aslında bunlar.

Kasasındaki dolarlar ve üzerinde oturduğu petrol kuyuları hatırına ses çıkarılmayan, her tarafından sırıtan büyük bir riyakârlık üzerine kurulu Suudi yönetiminin Müslümanlık açısından aslında utancı, yüz karasını simgelemesi gerekir. Gerekir ama Müslüman dünyasından gelen seslere bakıldığında, Suudi yönetimi ile örtülü bir savaş halinde olan İran dışında en ufak bir eleştiri sesi gelmiyor.

İran, Suudi Arabistan’ın Tahran maslahatgüzarını çağırıp, resmî bir protesto notası verdi. İran’a göre bu ölümlerin sorumlusu her şeyden önce Suudi yönetimiydi ve bir yolun nedensiz biçimde kapatılması izdihama yol açmıştı. İran’ın hac ve umre ziyaretleri konusunda Suudi Arabistan’a bu yıl verdiği ikinci nota bu. 2015 Nisan’ında Umre dönüşü Cidde Havaalanı’nda polisler tarafından cinsel saldırıya maruz kaldıklarını iddia eden iki İranlı gencin şikâyetini dikkate almadığı gerekçesiyle Suudi maslahatgüzergâhına bir nota daha vermişti İran yönetimi.

İran’ın bu protestolarının, Suriye’den Yemen’e kadar uzanan bir alanda Suudi Arabistan’la yürüttüğü büyük bilek güreşinin bir parçası olduğu, bu nedenle samimi olmayan taktik girişimler olduğu düşünülebilir. Ama nedeni ne olursa olsun, hiç olmazsa buradan bir protesto sesi geliyor. Buna karşılık Sünni cepheden gelen seslere bakınca, Müslümanlığını bir bayrak gibi öne çıkaranların güce ve paraya tapma konusundaki riyakârlıklarının Suudi hanedanı ve yönetiminden geri kalmadığı görülüyor.

Mina’da yaşanan elim kaza sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan, vinç kazası dahil, “hac mevsiminde ahirete intikal eden kardeşlerimizi rahmetle yad edip”, tüm Müslümanlara taziyelerini sunmakla yetinmedi. Üzerine vazife imiş gibi, Suudi yönetimini savunmaya girişti. Önce, “duygusal olmak yanlış olur” demekle işe başladı. Ardından “organizasyonda sorun olduğu yönündeki yaklaşımları doğru bulmadığını” ilave edip, “dünyanın her yerinde bu tür organizasyonlarda benzer sıkıntılar yaşandığını” ilave etti. Evet, söz konusu olan bir “sıkıntı” idi. 753 insanın ölümü sadece sıkıntılı bir durumdu. Ama “kalkıp da illa Suudi Arabistan’a bir fatura çıkarmayı, suçlusu buymuş gibi yaklaşımı doğru bulmuyor”du Tayyip Erdoğan. Müslümanlara toz kondurmak doğru olmadığı için bile değildi bu tavır. Aynı şey Bangladeş’te olsa çok farklı şeyler duyardık. Esas neden, Suudi parası önünde diz çökmek gereğinde yatıyordu. Onurlu duruş böyle bir şey demek ki, sorumlulukları bariz olanlardan hesap sormayı bile “sıkıntılı” buluyor.      

Dünyanın neresinde, doğal afetler dışında, üst üste böyle “sıkıntı” yaşanıyor? Erdoğan’ın sözlerinde, bu ölümlerin, maden kazaları gibi, hac ziyaretinin fıtratında olduğu inancının tınılarını duymak mümkün. Başbakanı Davutoğlu ise, “böylesi mübarek bir günde kutsal topraklardan alınan” haberlerin hepimizi üzüntüye boğduğunu belirtip, ölenlerin “Yüce Rabbin yolunda iken” hayatlarını kaybetmesine vurgu yaptı. Ölenlere rahmet niyaz eden Davutoğlu’nun temennisinin arka planında, Hac yolunda ölümün neredeyse bir ayrıcalık, bir lütuf olduğu imasını hissetmemek mümkün değildi. Suudi yönetiminden bu ölümlerle ilgili hesap sormadığı gibi, maktullerin “Yüce Rabbin yolunda” ölmüş olmalarını sağladığı için Suudi yönetimine teşekkür etme raddesine neredeyse yakındı.

Diğer siyasi liderler ise ölenlere kuru bir rahmet dilediler. Bir kişi hariç. Bu konuda duymak istediğimiz ses, gene Selahattin Demirtaş’tan geldi. Mina’da yaşananın facia değil katliam olduğunun altını çizdikten sonra, ölenlere rahmet dileyip, Türkiye’yi yönetenlerin Suudi yönetimini sert bir dille uyarmalarını talep etti. “Kendilerine harcadıkları servetin haddi hesabı yokken, hac organizasyonuna halen bir turizm geliri olarak yaklaşan zihniyetin” katliamdan sorumlu olduğunun altını çizdi. Bu zihniyetin bu katliamdaki sorumluluğuna işaret etmeyenlerin, sorumlulardan hesap sorulmasını talep etmeyenlerin, bu katliamın dolaylı suç ortağı olduğunu da ilave edebilirdi. Demirtaş’ın “biz” dediği, insanlığı kapsıyor, şu veya bu kimliği değil.

Evet, Mina’da bir kaza değil, bir katliam gerçekleşti. İnsanlıktan nasibini almamış bir yönetimin Müslümanların en kutsal mekânlarının yönetimini ellerinde tutuyor olmaları, Müslümanlık için yeterli bir utanç nedenidir. Ama utanmak yetmiyor. İnsan hayatına karşı bu umursamazlığın insan türünün insanlık öncesi haline tekabül ettiğini açıkça söylemek, bunu yapanlardan hesap sormak gerekiyor. Aksi takdirde, bu insanlık öncesi halin suç ortağı olarak addedilmek kaçınılmazdır.