Teolojik Şiddet
Derviş Aydın Akkoç
Parça tesirli bombalar patlıyor kalabalıklar içinde: kadın, yaşlı, erkek, çocuk demeden iç organlar delik deşik oluyor, kollar ve bacaklar kopuyor, bağırışlar, iniltiler yükseliyor sokak ortalarında, duvar diplerinde. Hayatta kalanlar, vahşete şahitlik edenler olarak bu türden eylemleri icra edenlerin tasavvurlarını anlamakta zorlanıyoruz. Akıl donuyor, hisler tutuluyor, bedenler kasılıyor, düşünceler kıvrılıp köşeye çekiliyor. Aktüel güç ilişkilerine, bölgesel ve uluslararası dengelere, gazetecilik çıkarımlarına sıkışıp kalmış zihinlerle olanı kavramakta sancılanıyoruz. Böylesi ayrım gözetmeyen teolojik esinli katliamların mantığı nedir? Öldürme eylemi nasıl meşrulaştırılıyor? Olan bitenleri anlamak için mevcut güç ilişkilerini hasıraltı etmeden, siyasal İslam’ın şiddetle olan münasebetine, özellikle cihat esprisi uyarınca bakmak, toplu yahut bireysel öldürme eylemenin beslendiği teolojik damarları sorunsallaştırmak gerek. Teolojiden bütünüyle muaf kılınmış, şiddet söz konusu olduğunda bir maymuncuk işlevi gören “terör” kavramı da, halihazırdaki mekanizmanın işleyişini anlamlandırmakta yetersizdir çünkü.

***

Modern öncesi zamanlardan süzülüp gelen bir düşünceleri var: Teolojinin toprağında boy atmış, seküler zihinleri ve perspektifleri çıkmaza sokan bir mahiyete sahip bir düşünce. Bu düşünce onları harekete geçiriyor, bir araya topluyor, kitle haline getiriyor, varlıklarına bir anlam, eylemlerine bir amaç bahşediyor; aynı zamanda karşı tarafı, yani diğerlerini de yaratıyor. Yeri geldiğinde korku saçan, panik yaratan, dehşet uyandıran; muhatabının şartsız koşulsuz boyun eğmesini, diz çökmesini hedefleyen, kendinden emin bir düşünce bu. İçinde arkaik gaddarlıkların, çöl sertliğinin, saldırganlık içgüdülerinin de yankılandığı bu düşünce, kendinden daha yüksek bir otorite ve mutlak iktidar odağının “sözü”ne itaat etmiştir: “İşittik ve itaat ettik” (Nur Suresi, 258. ayet).

Nedir işitilen şey? Allah’ın sözü’dür. Hakikattir bu söz. Tartışma götürmez hakikat özünde mütehakkimdir, potansiyel bir şiddet içerir. Hal böyleyken hakikatin sesi işitilmiş, buna teslim (İslam) olunmuştur. Daha yüksek bir güç odağına bağlanma düşüncesinin körleşmesi, katıksız iman mertebesine varması için teslimiyet şarttır. Dogmanın kuvveti şüphenin kuvvetinden hep daha fazladır. İtaat, teslimiyeti sarsan şüpheyi bertaraf eder, iman tahtasını sağlamlaştırır. Fani varlığını kulaklarında uğuldayan söze vakfetmiş, teslimiyeti tam, imanı sağlam özne (“doğru yoldaki” mümin) açısından önemli olan Allah’ın sözünün taşıyıcılığını yapmak, tevhide yönelmek, işitmeyen kulaklara hakikatin sesini ulaştırmaktır. Allah’ın dudakları adeta iman sahibi müminin dudaklarında yer bulmuştur kendisine. Ama tek taraflı bir konuşma-iletişim tarzıdır bu, hatta iletişim de değildir, bir aktarımdır. Aktarımın alıcısı bu aktarımı işitmek ve işittiği hakikate inanmak, buna teslim olmak zorundadır. Karşılıklı işitme ve işitilme, demek diyalog ilişkisi, müzakere imkânı yoktur bu söz ve hakikat bağlantısında.

Taraflar arasında bir müzakere ve bu müzakereden doğacak olası bir sözleşme daha baştan iptal edilmişse, sadece hakikatin aktarımı cereyan ediyorsa, kulaklar işitmeme hususunda ısrarcıysa? Dudakların açılıp kapanmasının karşıdakini ikna etmeye, onda inanç yaratmaya kafi gelmediği durumlarda başka vasıtalar girer devreye. “Zor” burada işlevsel bir öneme sahiptir. Yolunu şaşırmış, kulakları sağır, başka güç odaklarına tapan insanlar (münafık ve müşrikler) için gerektiğinde şiddet uygulamakta herhangi bir sakınca yoktur. Bu insanlara hakikat dillendirilmiştir, beklenen inanç ve diz çökme vuku bulmamıştır ama. Müminler ordusu “Allah’ın sözünü” olabildiğinde geniş kitlelere ulaştırmak, daha da kalabalıklaşmak için savaşmakla (cihatla) mükelleftir: “Gerçek müminler ancak Allah’a ve Resulü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.” (Hucurat, 15. ayet).

Siyasal İslam’ın şiddetle ilişki kurarken beslendiği esas kutsal sözlerden biridir bu. “Allah yolunda” verilen savaşta hem canların hem de malların seferber edilmesi, “gerçek mümin” kimliğinin de temelini oluşturur. Bu kimlik dışarıdan gelecek muhtemel tehditlere karşı sıkı sıkıya kapalıdır. Allah’ın sözünün ulaştırılması istenen dünya bir çatışma sahasıdır: darü’l harp. Darü’l harp anlayışına göre, İslam’a topyekûn savaş açılmıştır. “Gerçek mümin” bu harp sahasında yalnız kalsa bile “Allah’ın ipi”ne tutunmuştur. Öznenin hakikati naklederken hayatını kaybetmesi, onu şehit makamına taşıyacaktır, kutlu bir ölümdür bu.

Her savaş öldürmeyi merkez alır ve belli bir düşman tasarımına dayanır. Ama bu denklemde öldürülen nesne, en az öldüren kadar çarpıcı ve karmaşık bir birimdir. Modern manada “düşman,” siyasal İslam açısından hesap dışı bir kategoridir denebilir. Zira dünya “dost ve düşman” olarak değil, “inananlar ve inanmayalar” olarak bölünmüştür. Siyasal olanın kaynağını da yine bu ayrımda aramak gerek. İnanmayanlar düşman değil, teolojik adla “kâfir”dir.

Siyasal İslam’ın savaş hukuku modern savaş hukukundan farklıdır. Modern savaş hukuku, savaştığı kutbu “düşman statüsü” ile donatır. Düşman hukuki ve siyasi bir varlıktır, sınırları bellidir, üniforma giyer, sivillerden ayrı bir varoluşa sahiptir, bir savaşta önce o öldürülür. Ama siyasal İslam açısından diğerleri, yani İslam’a henüz teslim olmamış insanlar bütünüyle kafirdir. Kâfir kategorisi düşman kategorisinden daha geniş bir düzleme yayılır. Diğerlerinin kategorik adları, münafık ve müşfik kategorilerini de bünyesinde barından, genel ve kuşatıcı anlamda “kâfir”dir. Kâfir, bir küfür varlığıdır: Allah’ı tanır ve bilir ama onu inkâr eder, kâfirin başlıca mahareti hakikati “örtmesi”dir. Kâfir hakikati örtme yoluyla Allah’a şirk koşar. Bağışlanmaz bir günahtır bu: “Helak edilmesi” vaciptir.

Kâfire tek bir hayatta kalma imkânı tanınmıştır: “Tövbe.” Tövbeye yanaşmayan kafirlerin öldürülmesi bahsinde potansiyel şiddet aktif şiddet halini alır, öldürme eylemi bu durumda meşrulaştırılmaya gerek duymadan ve rahatça gerçekleşir, kutsal kitap öldürme eylemini, yani şiddet kullanımını modern amaç ve araç ilişkisinden farklı olarak teolojik-mitik bir boyutta ele alır: 

“Allah’a ortak koşan müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin, bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe ederler, isyandan vazgeçerek Allah’a itaate yönelirler, namazı adabına riayet ederek, aksatmadan aşikare kılarlar, vicdanlarını, servetlerini, sosyal bünyelerini arındıran, berekete vesile olan zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Allah çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.” (Tövbe suresi.) 

Öldürülmemek “tövbe” şartına bağlıdır. Tövbe, başlangıçtaki kurucu sözün işitilmesi için kurbana tanınan son fırsattır sanki. Tövbeyle gelecek hayatta bırakma da, “merhamet” olarak tanımlanır.

***

Günümüzün kâfirleri hakikati işitmemekte direttiklerinde: “Allah yolunda canları” ile savaşanların havaya uçurdukları bedenlerinden yayılan parça tesirli sesleri işiteceklerdir. Ne var ki, daha yakından bakıldığında, siyasal İslam’ın özellikle “canlı bomba” eylemlerinde tövbe imkânının devre dışı bırakıldığı görülür. Peşin bir kabul vardır. İster münafık yahut zındık olarak isterse müşrik yahut kâfir olarak adlandırılsın, diğerlerini inanca döndürme fırsatı sonsuza kadar kaçmıştır. Bir şekilde dönüşme, yani teslim olma ihtimali olan kâfir, mutlak kâfir haline gelmiştir sanki. İsyandan, küfürden vazgeçmeleri ve Allah’a itaat etmeleri için zaman kaybetmeye gerek yoktur. Ceza derhal kesilmelidir. Ayrım gözetmeden şiddet uygulayan cihatçı militanlar, tövbe kapısını sonsuza kadar kapatmışlardır. Tam da bu eşikte teolojik şiddet esprisi -bükülüp sulandırılarak- teolojik zulme dönüşür. Modern egemen sınıfların, devlet yapılanmalarının güdümündeki siyasal İslam zulüm itikadına yaslanır, kökleri çok eskilere uzanan bir itikattır bu da...