Çığlık
Erdoğan Özmen
Daima ulaşır insana çığlık, muhatabına. Acının feryadı, ciğerlerin yırtılırkenki sesi. Delik deşik edilmiş etin en derine işleyen yakarışı. Çığlık işitildiğinde durmak olmaz. Birisi, birileri böylesine acz içinde ve muhtaçken, kimsesizken o mutlak çağrıyı cevapsız bırakamaz insan. O görevi kayıtsız şartsız üstlenerek, artık olduğu kimse olarak kalmayı sürdüremez. Bazen de bütün ses perdelerini yırtar ve duyulmaz olur çığlık, donar. İşkencede bu olur mesela: Çok sert bir kışken mevsim, bundan böyle hatıralarımda hep “Ankara Garı”yla, oradaki kayıplarımızla, onların parçalanmış bedenleri ve sesleriyle kalacak olan şehir daha Ankara’yken, Emniyet’in bodrum katında, betonun ayazı çıplak bedenini yakarken, hep kapkaranlıkken, bir araba lastiğinin içinde tabanlarını patlatıyorken sefil işkenceciler, vücudun bütün hücrelerini tutuşturan elektriğe bağlıyken, bir ah bile çıkmaz içinden. Bilirsin, yapayalnızsındır çünkü, tek başına. Başka birisi yoktur işte. Mezbahaya gidecek hayvanlar gibi olmamak için göstereceğin inatçı direniş, ve haysiyetini korumak için ortaya koyacağın kararlılıktan başka hiçbir şey. Mademki kimsecikler yoktur, o ölümcül denge incecik bir iniltiyle bile bozulmamalıdır.

Ama çığlıkla başlarız hayata da, çığlığa yaslanarak.

İnsanlığımız, kendimizi insan yapma çabamız, bu olağanüstü hikâye sonraki bütün büyük işaretleri, açmazları ve muammalarıyla çoktan başlangıçta içerilmiş haldedir. Her türlü kaygı, korku, acı ve arzunun, travma ve hüsran deneyiminin ilk kez tecrübe edildiği çok katlı anne-çocuk ilişkisinde. O ilişkinin çok öncesinde, hatta. Orada içerilmiş olan şey, kendi başına var olan bağımsız bir kendilik olmak için kat edeceğimiz bütün mesafelerin eksiksiz bir taslağıdır. Özne, belki de başlangıçtan önceki –kavrama olanağımız bulunmadığına göre, mitik de diyebileceğimiz– bir zamanda, kendinin kendinden koparılmasıyla kurulur. Her seferinde sanki ilk kezmişçesine kendimizi seyre dalmamız, bitmeyen kendini arama, yakalama, sabitleme çabaları, bizzat kendini gözlem nesnesi kılma hareketleri (öznenin tekrarlayıcı ve yorucu nevrotik jesti) bundandır belki: Hem kendini tanıma araçlarından daima yoksun olmamız, hem de o bildik özne-nesne ayrımının külliyen geçersiz olmasından. Öznenin, en baştan itibaren aynı zamanda kendinin dışındaki bir nesne statüsü taşımasından. Demek ki, en başta var olan şey şiddet yüklü kurucu bir kayıptır. Ve o yüzden özne, sonsuza dek ilksel kaybını –kurucu eksiğini– yeniden ele geçirmeye, telafi etmeye yazgılıdır.

Çocuk kendi kökensel içsel dürtüsünü, ondan kaynaklanan gerilimi muhtemelen çevresel bir şey olarak deneyimlemektedir. Çünkü Öteki’nin (söz/dil ile birlikte somut öteki insanlar anlamındaki Öteki) mevcudiyeti sayesinde ortadan kaybolan, yatışan bir gerilimdir bu. Ya da tersinden, Öteki’nin yokluğu, söz konusu içsel gerilimin devam etmesinin nedeni olarak görülüyor, öyle algılanıyor olmalıdır. Öteki (anne)mevcut olduğunda ve çocuğun gerilimine/çığlığına (açlığına, tatminsizliğine) uygun sözcükler ve eylemlerle yanıt verdiğinde ise, geride daima bir yarık, bir açıklık var olmaya devam eder. Söz konusu yanıt asla yeterli olmaz çünkü. Acıyla kıvranır, çığlık atarken çocuk, Öteki’nin bunu yorumlama ve usulünce giderme/yatıştırma çabası arasındaki sapma, tam örtüşmeme hep oradadır. Çocukların hiçbir zaman tam olarak tatmin olmuş, doymuş görünmemelerinin sebebidir bu. Ebeveynlerin (özellikle de günümüzde) kendi çocuklarını nasıl büyütecekleri ve bakım verecekleri konusunda mütemadiyen uzman tavsiyesi peşinde koşuşturup durmaları da bundan değil midir?

Öznenin ortaya çıkışının en merkezi bileşeni, dürtünün bu gerilimine, onun kapalı döngüsel hareketine tam bir yanıtın asla mümkün olmamasında vücut bulan eksiktir. Çocuğun ihtiyaçlarını dile getirdiği talebin gerisinde daima bir artığın/fazlalığın baki kalması, zonklamaya devam etmesidir. Çünkü Öteki’nin bu talebi yorumlaması, kökensel ihtiyaçla hiçbir zaman tam olarak çakışmaz. Burası aynı zamanda, insanın ihtiyaçları ve içgüdüleri tarafından yönetilen alelade bir canlı olmaktan çıkıp arzulayan bir varlık katına yükselmesinin de gerçekleştiği aralıktır. İşlerin yolunda gitmediği, içteki çalkantının yatışmadığı her durumda daima suçu üzerine atacak bir Öteki, bir günah keçisi aramamız sebepsiz değildir. Bir savunma mekanizması olarak yansıtmanın (projeksiyon) motivasyonu ve enerjisi çok derinlerdedir.

Diğer yandan ama, özne kendi tutarlılığını muhafaza etmek, bir özne olmak için bu dışsallaştırma sürecine tâbi olmak zorundadır. Yaşadığı bünyevi gerilimi/ızdırabı kendi ile Öteki arasındaki ilişkiye yerleştirmeli, o ilişkinin meselesi yapmalıdır. O içsel düzensizliğin, üstesinden gelinemeyen fazlalığın ve acının, ve dürtünün tekrarlayan kasılma ve genişlemelerinin Öteki’ne yöneltilmiş bir talebin terimlerine tercüme edilmesidir bu. Organizma ve dış dünya arasındaki temas ve ilişki bundan sonra çocuk ile anne arasında cereyan edecek olan özneler-arası bir çerçeveye kavuşur. Annenin memesinden diline sıçrarız. Demek ki, öznenin kendini dışsallaştırdığı yer Sözdür. Sözdür başlangıcı ilan eden:


“Söz, döngüsel hareketin bu gerilimini tam olarak nasıl boşaltır, kasılan ve genişleyen güç arasındaki antagonizmayı nasıl dolayımlar? Söz, kendisinin karşıtı kılığındaki, bir genişleme kılığındaki kasılmadır –yani, bir sözü söyleyerek özne kendi varlığını kendinin dışında kasar/büzer; varlığının çekirdeğini dışsal bir işarette (sign) katılaştırır, çökeltir. (Sözel) işaret/gösterge içinde, ben –adeta– kendimi kendi dışımda bulur, kendi birliğimi kendimin dışında, beni temsil eden bir gösterende (signifier) ileri sürer, konumlandırırım.” (Zizek, The Indivisible Remainder, s. 43)

O kadim formülü tekrar etmeliyiz demek ki: Başlangıçta söz vardır. Gerçeğin sert kayasından, dürtünün kör döngüsel hareketinden kopmam ve dilin/kültürün (Simgeselin) düzenine geçmem için, o gerçeğin söz/dil tarafından oyulması/hakkedilmesi gerekir.

Ezcümle, mutlak olarak çaresizlik ve acı içindeki bebeğin ötekine yönelmesi, ona seslenmesidir çığlık. İçimiz dışımızda, çırılçıplağızdır o sırada. Eksiksiz bir fakr-u zaruret halidir bu. O mucize gerçekleşir ama. Öteki, elini uzatarak, sözü ve eylemiyle anladığını göstererek cevap verir: Örneğin, “Çok mu acıkmış benim kuzum?” Bedenin ızdırabı birden Öteki ile birleşir, az önceki paralize edici ağırlığından kurtularak ruhsal bir boyut edinir, kusurlu da olsa bir anlama kavuşur ve baş edilebilir hale gelir. Bu aynı zamanda benzersiz bir sevgi ve empati imtihanıdır ve öteki için de yeniden anlamlandırmak ve yapılandırmak üzere kendi varlığı ve geçmişine açılan kıymetli bir imkan, eşsiz bir vesile olur. Neticede, onun da hikâyesidir anlatılan.

Kürd’ün çığlığından söz ediyorum. Dinmeyen ızdırabından, sızısından, ezilmiş kalbinden, çiğnenmiş onurundan… Acı, çaresizlik ve kimsesizliğin pıhtılaşmış, kaskatı kesilmiş halinden… Ölüsü bile sürüklenirken, çırılçıplak teşhir edilirken, parçalanırken, gömülemeden dondurucuda bekletilirken, bir de kelimelerini ebediyyen kaybetmiş olmasından. Kahredici dilsizliğinden. Kimsesizliğinden. Yapayalnız oluşundan. Daha fenası nedir ki?

Bugün tek derdimiz bu olmazsa, tüm siyasi hesaplardan, günübirlik çıkarlardan, iktidar ve güç savaşlarından, kimlik ve sınıf analizlerinden, stratejik düşüncelerden geçip, o çığlıkla bir olup özdeşleşerek ileri atılmazsak, onu duyup üstlenmeyi ödev bilmezsek, yerden kaldırıp ona haysiyetini, sözünü iade edemezsek, bunu boynumuzun borcu bilip yeni bir etiğin/ahlakın inşası için tam buradan yola koyulmazsak, kaybedeceğimiz şey insanlığımızla sınırlı kalmayacak sadece. Bu önemli hakikate –demek ki, kendi hakikatimize– uygun içgörü, sevgi, cömertlik, sebat ve cesareti göstermeyerek, bunu insanlığımızın koşulu saymayarak kendimizi düşüreceğimiz “tüysüz bir iki ayaklı” seviyesinde, basit bir topluluk olarak bile var kalma şansını kaybedeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.