Korku
Erdoğan Özmen
Freud, insan yavrusunun ilk korkusunu betimlediği “Psikanalizin Özeti” makalesinde, –A. Phillips’in ifadesiyle– “mafya filmlerini andıran bir senaryo kurar”: 

“Çocukluğun ilk dönemindeki zayıf ve olgunlaşmamış ego, hayatın bu dönemine özgü tehlikeleri savuşturmaya yönelik çabalarında üstüne binen streslerle sürekli olarak hasar görür. Çocuklar dış dünyanın tehdit yüklü tehlikelerinden ebeveynlerinin vesveseleri sayesinde korunurlar. Bu güvenliğin bedelini ise, dış dünyanın tehlikeleri karşısında kendilerini çaresiz bırakacak bir sevgi kaybı korkusuyla öderler.” 

Freud’a göre bu dönemin belli başlı tehlikeleri dürtünün yol açtığı içsel gerilimler ve düşmanca bir dış dünyanın daha bariz tehlikeleridir. Endişe içinde bekleme biçimidir korku. Korkuya, bir tür dehşete çoktan kök salmış halde, sakına sakına başlarız hayata. Korkmuş varlıktır insan. En baştaki çaresizlik ve muhtaçlık duygusu, mutlak bir acziyet içinde oluş daimi bir güvence, eksiksiz bir güvenlik arayışının da kaynağıdır. Bu yüzden kılıktan kılığa girer, kendimizi kandırmanın sayısız yolunu icat ederiz.   

Seçimlerin beklenmedik bir AKP zaferi ile sonuçlandığını söylemek en temel noktayı ıskalamak değil midir? O yaygın klişeye başvurarak söylersek, “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” de değil bu. Ya da vahşi katliamların, cinayetlerin, acımasızca sürdürülen bir gerilim ve çatışma politikasının, ekonomik istikrarsızlığın, “beyaz Toros” söylemlerinin filan yaydığı bir korkudan da bahsetmiyorum. Olsa olsa en sığ yüzeyin belirtileridir bunlar. En temeldeki korkunun ifadesi olmaktan ziyade, o korkuyu kendinden bile gizlemenin –deyim yerindeyse eğer– taktikleri… Durumun bu olduğunu varsaymak, yani tüm bunların halkın kurnazca bir hamlesiyle savuşturulduğunu iddia ederek düşünmek de aynı yüzeye sıkışmakla birdir. Tersinden de, sıradışı bir siyasi dehanın, müthiş bir liderliğin olağanüstü başarısı da değildir söz konusu olan. İlla da o zeminde bir değerlendirme yapmak icap edecekse şu denebilir: Daha ziyade üzücü, ümit kırıcı, derin bir başarısızlık söz konusudur. Başarısızlığa uğrayan, “mağlup ve teslim olan” Türkiye toplumudur.   

Kendisini hem kendi hem de dünyanın diğer toplumları nezdinde esinlendirici, imrendirici, şevk ve heyecan verici bir konuma yükseltecek olan bir karar vermek şöyle dursun, olabilecek en basmakalıp, en geri, en acınası tepkiyi vermiştir. Öyle zamanlar vardır: Yaptığımız bir seçimle sıradan çıkarların, yerleşik farkların, ucuz hesapların, bıktırıcı statükonun ötesine geçer, bir doğruya/hakikate cesaretle sarılarak kendimizi coşkulu bir geleceğe doğru fırlatırız. Zenginleştirici, özgürleştirici ve yüceltici beklenmedik bir alan açılır önümüzde. O zamana değin hiç fark etmediğimiz potansiyellerimiz ve güçlerimizle karşılaşırız. İşte, o cesareti gösteremeyip, en ilkel korku ve endişelerimize teslim olmak, bir basamak daha düşmek bu. Toplumun kendini layık gördüğü en geri, en küçültücü pozisyonda ısrarını sürdürmesi… Dahası, yoğun bir çaresizlik ve yenilmişlik duygusu eşliğinde herhangi bir seçim yapma gücüne sahip olduğu gerçeğini/hakikatini yadsımak, herhangi bir gelecek sahibi olmayı kesin biçimde reddetmek de var bu tavırda. 

Yani, bir iradenin (milli iradenin) tecellisinden, ortaya konuşundan daha çok o iradenin çoktan kaybedilmiş oluşunun, herhangi bir irade beyanında bulunma, iddia etme kapasitesinden feragatin tescilidir bu. 

Çünkü onca katliam, yolsuzluk, hırsızlık ve yalan birikmişken, bizzat kendimize yönelmiş onca zulüm, aşağılama, dayatma ve gözdağından sonra verdiğimiz bu “kararın” yine de insan haysiyetine yaraşan, asgari insanlık dairesini gözeten bir sebebi olmalı değil midir? Asıl sorudur bu. 

Çareyi, düştüğümüz en dip seviyede, kendimizin en korunaksız, çaresiz, çıplak, muhtaç haliyle kalakaldığımız o sert ve soğuk zeminde bir tür karanlık alışverişe razı gelmekte, geçici bir güvenlik ve var kalma stratejisi geliştirmekte bulduk sanki. Aşkın/etik her türlü referansını, en temel iyi ve kötü tariflerini kaybetmiş, ego-idealleri çökmüş, ümitsizce savrulan varoluşumuza bir çapa olacak, bir sabitlik noktası yaratacak totaliter bir figürün yerinin çoktan hazır olduğu bir zamanda can havliyle kotardığımız ruhsal bir sözleşme bu. Bütün yoksunluk, yenilmişlik ve acziyetimizin telafi olacağı yanılsaması yaratan bir tür özdeşleşmeye fit olmak. Çünkü çaresiz ve muhtaç bırakılmaktan daha fenası yoktur. Tahammül edilmesi en zor insanlık durumudur bu. O ilksel korku daima içimizdedir, ve tetiklenmeyi, kışkırtılmayı, bir sebebe bağlanmayı bekler durur. Nitekim Freud’a göre, “Çocuğun çaresizliğinin, onu sürdüren yetişkinin çaresizliği ile ilişkisi, dinin oluşumuna yol açan güdüyü yaratır.”

Daha önce de sormuştum aynı soruyu: “Her yere yetişen, her şeyi bilen, tüm ülkeyi kendi şahsi mülkü gibi gören, bütün kararların, vaazların, buyrukların, inisiyatiflerin, paranın/sermayenin toplandığı merkez olarak temayüz eden totaliter bir figür çoktandır özlemini duyduğumuz şeyse?” Totaliter siyasi figürün, kurtarıcı babanın, “İslam alemini ihya edecek yüce liderin”, bütün soruların cevabını bilen ustanın, paternal cinsel tacizcinin, bir anda ‘dini bir tarikat’ oluşturuveren tecavüzcü yoga üstadının vb., geri döndüğü, zuhur ettiği, yerleştiği, varlık ve içerik kazandığı zemin burası, mevcut insanlık durumumuzun tam kalbidir. 

Bu yüzden örneğin, CHP’nin “Davutoğlu saray için çalışır, Kılıçdaroğlu halk için” sloganı şöyle karşılık bulmuştur bana göre. “Evet, ama benim istediğim zaten tam olarak bu. Onun saray için çalışması.” 

Yine de enseyi karartmayalım ama. Belki de en kısa aralıkta; “totaliter figürü kendimizi neye karşı korumak için kullanıyoruz” sorusuna en yakın mesafedeyiz. Çünkü korku bize belki de, belirsiz oluşunu baştan kabul ettiğimiz ve göğüsleme kararı verdiğimiz gelecekler yaratma ilhamı veren şeydir. Bu imkânın sadece el kadar uzağındayız belki de. 

Yeterince açık olmalı: Totaliter figürü, onun fiil ve tasarruflarını, kutuplaştırıcı ve yeni düşmanlar yaratıcı söylevlerini, sarayını, aşırı harcamalarını, tutarsızlıklarını bile hatta –onların tümü hepimizin gözleri önünde olduğu, ve buna yönelik her hamle şimdi somut totaliter figür tarafından doldurulan o boş yere işaret edip durduğu, orayı tahkim ettiği için– hiç kaale almayan, orada oyalanmayan bir tavırda ısrar etmeliyiz.   

Kendi işimize bakmalıyız biz. İğneyle kuyu kazar gibi, üstün bir feraset, sabır ve cesaretle yapmamız gereken şey şudur: Her birimizin tek tek ve topluca, kendi kudretine ve yaratıcılığına, ortaklaşa kuracağımız bir gelecek hayalinin özerk taşıyıcıları/failleri olabileceğimize, geleceğimizi güvence altına alacak bir donanıma sahip olduğumuza yeniden inanmamızı sağlayacak bir söylemin ve pratiğin inşasına girişmek. Güçlü bir lider eksikliği filan değil meselemiz. Her adımımızı, “Biz, hepimiz daha eşit ve özgür, barış içinde ve kardeşçe yaşayacağımız bir toplum olabiliriz” diyerek atmak. Enerjimizi ve aklımızı, gelecek saldırılara karşı bir savunma hattı kurmak için değil sadece, daha ziyade kurucu, iyi niyetli ve pozitif bir iradeyi örgütlemeye hasretmek. Başka biriymişçesine mütemadiyen kendi kendiyle tanışmanın, kendini bulmanın, kendi olağanüstü potansiyelleriyle karşılaşmanın yeni yollarını icat etmek. Söyleyecek sözümüz var demek. Aceleciliğe prim vermeden, işte tam burada sebat göstermek…   

HDP’nin “Biz’ler”li sözü ve ufku, sloganları, halayları, şarkıları nasıl da güzel ve ilham vericiydi!