Çekiç Siyaseti
Murat Belge
Ünlü söz: “Elindeki tek âlet bir çekiçse, bütün sorunlar sana ‘çivi’ gibi görünür.” Çok doğru. Çekiçle çiviye vurur, çiviyi çakarsın.

Ama sorun “elindeki tek “âlet”ten ibaret değil; âlet sana çözümü böyle gösteriyor olabilir; ama sen de bir çözümün başka türlü olabileceğini aklına getirmemişsin ki, elindeki çekicin yanısıra kendine başka bir âlet bulmaya kalkışmamışsın.

Marksizm’de “siyasî üstyapı” üstüne en çok şey düşünmüş olan düşünür Gramsci’dir. Hayatının büyük kısmını Kapital’i yazmakla geçiren Marx’ın “siyasî üstyapı” düşünecek zamanı kalmadı. Lenin ve öteki Bolşevikler (ya da Menşevikler) bir tür politik davranışı empoze eden Çarlık Rusyası’nda siyaset pratiği içinde yetiştiler ve “siyaset teori”lerini kendi “siyaset pratikleri”nden soyutlayarak çıkarmak durumunda kaldılar. Bu da, Gramsci’nin “manevra savaşı” diye adlandıracağı türden bir siyaset pratiğiydi.

Bu özelliğiyle, yukarıdaki “çekiç” mantığına uygun düşüyordu: kuvvetlerini senin için en uygun yerde toplayacaksın; düşmanına darbeni en etkili olacak şekilde vuracak ve onu parçalamaya çalışacaksın. Bunu başarabilirsen, onun boşaltmak zorunda kaldığı iktidarı sen ele geçireceksin. Böylece o iktidarı kullanarak topluma kendi doğru bulduğun biçimi vereceksin.

Gramsci bu formüllerin daha baştan geçerli olmadığı bir toplum tipi içinde komünist mücadele veriyordu; mücadele onun bulunduğu toplumda bütün kazanımlarına rağmen nihai başarıya ulaşamayınca, hapiste, bunun nedenlerini düşündü ve bildiğimiz toplum analizini yaptı. İtalya’nın da aralarında bulunduğu Avrupa toplumlarında, otokratik toplumlarda olduğu gibi, büyük ölçüde yeraltında örgütlenmiş bir partinin iktidarı ölümcül darbeyi vurarak yere sereceği (Davut’un Callud’u öldürdüğü Tevrat hikâyesi gibi) bir mücadele biçiminin burada sözkonusu olmayacağını, burada ilerlemenin yanısıra gerilemenin de olağan olduğu, “siper savaşı” tipi bir sınıf mücadelesinin geçerli olduğunu söyledi.

Bu toplum biçiminde “otokratik iktidar” yok. İktidar, çoğunluğun üzerinde egemen olan (hegemonik) bir “ideolojik konsensus”a bağlı. Bu konsensus, kurucu ögeleri her zaman değişebilecek bir koalisyonun ürünü: iktidarı paylaşan (nasıl paylaşacağına karar veren) sınıflar ve sınıf fraksiyonlarından oluşan bir koalisyon var. Buna karşı oluşan ve emeğiyle geçinen sınıf ve sınıf fraksiyonlarını temsil eden koalisyon (Gramsci’nin “tarihî blok” adını verdiği cephe) savaşı ideolojide, yani herkesin kafasının içinde kazanmak durumunda.

Nüfusun baskın kısmının kendisi gibi düşünmesini ya da kendi çıkarını bu blokta görmesini sağlaması gerekiyor. İktidarı ele alması durumunda yapacaklarını bu çoğunlukla paylaşarak onların onayını, derken desteğini kazanması gerekiyor.

 

Böyle özetlediğim mücadelede kullanılacak âlet “çekiç” değil (daha doğrusu, “tek âlet” çekiç değil). Bu anlattığım ortamda “çekiç politikaları” değil, ses benzerliğinden giderek “çek-it politikaları” geçerlidir. Yani, bir konjonktürde bir davranış türünü itmelisin, ama başka bir konjonktürde birilerini kendine çekmeyi de bilmeli ve başarabilmelisin.

Şu son seçim ortamı bazı somut örnekler veriyor: 7 Haziran’da bir ayrım çıktı: bir tarafta yaklaşık %40 ile AKP, öbür tarafta yaklaşık %60 ile üç muhalefet partisi. Hemen o gün yazmıştım. Bu üç parti geçici, kısa süreli bir koalisyonda anlaşır; AKP’nin her halükârda suiistimal edeceğine inandıkları iktidarı onun elinden alır, AKP’nin allem kallem durdurduğu yolsuzluk yargılamalarını başlatır, %10 barajını kaldırmak gibi bazı zorunlu işleri yapar ve diyelim bir, bir buçuk yıl sonra seçime giderler.

Bu olmadı. Bilindiği gibi, oldurmayan, MHP idi.

MHP niçin böyle davrandı; bilmiyorum. Şunları yazdığım anda, bunu açıklamak gibi bir sorunum da yok. Türlü türlü “komplo teorisi” üretilebilir. Olay, beni bu “çek-it politikaları”na örnek olması bakımından ilgilendiriyor.

Burada MHP’nin açıkladığı derdi HDP idi. Onun olduğu bir yere giremezdi v.b. Bana göre, bu “it” politikası MHP’nin kendisi için sakıncalıydı; ama yaptılar ve 1 Kasım’da bir cevap aldılar.

Sonrası da “itmek” üzerine kuruldu. Durdurmayı beceremedikleri seçim için kurulan hükümete bu üç parti bakan verebilir, böylece, “seçim tekrarı”na giden süreçte hükümet davranışları üstünde daha etkili bir denetim kurabilirlerdi. Kurulamıyorsa, niçin kurulamadığını topluma açıklayarak, yani toplumun belirli kesimlerini durdukları yere “çek”meye çalışarak ayrılabilirlerdi. Bunlar da olmadı.

Bu olayda MHP’nin oynadığı “boykotçu” rol, yani birilerini “itme”ye dayalı politika, çok zaman, solun benimsediği bir davranış biçimi olmuştur.

Böyle olmaya devam ettiğini AKP’nin iktidarda olduğu yıllarda da gördük. AKP’nin Tayyip Erdoğan’la bugün geldiği son derece faşizan nokta, solun işin başından şimdiye kadar gösterdiği boykotçu tavrın gerekçesi olarak sunuluyor. Bu, doğru bir şey değil. Elinde olan tek âletin çekiç olması da, siyasette büyük bir eksiklik.