Kürt Meselesinde 'Yeni' Durum
Barış Özkul

Türkiye’de hukukun yurttaş karşısında devleti korumak üzere teşkilatlandığı bilinir. Hele o yurttaş Kürt’se, teyakkuza geçmek adettendir. Bu anlayışın yazılı belgesi '82' Anayasası ve beraberinde getirdiği mevzuattır. Birisini hapsedebilmek için hâkim, bazen heyet kararı gerekirken İl İdare Kanunu’nun 11. maddesiyle valilere ve kaymakamlara olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı ilan edip koca bir ili veya ilçeyi belirsiz süreliğine hapsetme hakkı tanınmıştır. Cizre, Sur ve Silopi’deki duruma bakılırsa anlaşılan yeni dönemde AKP’ye 12 Eylül mevzuatı da yetmeyecek. Yeni anayasayla birlikte tek kişinin iki dudağının arasına bakan bir cangıl hukuku yürürlüğe konacak. 7 Haziran’dan sonra MHP’lileşmekte karar kılanlar, güvenlik güçlerinin Kürt illerinde mehter marşlarıyla operasyon düzenlemesine göz yumanlar, kaos ve gerilimden oy devşirebildiklerine ikna oldukları sürece bu hukuksuzluğun yürek burkucu sonuçlarıyla karşılaşmaya devam edeceğiz. 

Bu noktada, yegâne demokratik alternatif olan HDP'nin refleksi önem kazanıyor. Ne var ki Kürt hareketi hâlihazırda mevcut durumun devam etmesini sağlayacak bir stratejiye bel bağlamış durumda. Abdullah Öcalan’ın çözüm süreci sırasında gündeme getirdiği özyönetim-özerklik modelini (hendeklerin devlete rağmen kazılması mümkün değildi) Kürt halkına silahlı vesayet ve velayet altında kabul ettirme stratejisinden en çok Kürt halkı zarar görüyor. YDG-H ile devletin çatıştığı yerlerden sadece devlet memurları değil halktan insanların da göç ettikleri ortada. Onca günahsız insanın ölümü, hendek siyasetinin AKP karşısında direnmenin doğru yöntemi olmadığını anlamak için yeterli – merminin şu veya bu silâhtan çıkmış olması, ölümlerin ardından kahramanlık ve direniş destanlarının düzülmesi gidenleri geri getirmiyor.

Peki, PKK bu yeni stratejiyle neyi amaçlıyor? 7 Haziran’dan sonra HDP’nin Türkiyelileşme çabasını akamete uğratan aktörlerden biri PKK idi. Devletle yeniden savaşma kararı, HDP’yi siyasetten silmek için hukuk dışına çıkanların partner ihtiyacını ummadıkları kadar kısa sürede karşılamıştı. 1 Kasım seçimi “Kürdistan’dan AKP’ye artık tek oy çıkmaz” fikrinin bir yanılgıdan ibaret olduğunu, Kürt halkının konsolide olmuş yekpâre bir bütünden ziyade kendi içinde yığınla çelişik unsur barındıran bir toplam olduğunu ortaya koydu. Neticede Kürt sorunu bir kez daha mahalli sınırlarına çekildi ve ulus-devlet paradigmasına hapsoldu.

Şimdi, 1 Kasım’dan sonra Kürt hareketinin Suriye’deki gelişmeler ışığında ulus-devlet paradigmasını yeniden tanımladığını görüyoruz. PKK, kırsaldaki eylemlerini azalttı, şehir savaşlarına ağırlık verdi. Tahir Elçi’nin ölümünün ardından Demirtaş’ın “Elçi devletsizlikten öldü” vurgusunu yapması sıradan bir protesto değildi. Kamu güvenliğinin sağlanamadığı günlerde devletsizlik vurgusu yapmak, aynı zamanda başka bir devlet veya özerk yapı ihtimalini hatırlatmaktır. Nitekim Suriye’nin durumu önümüzdeki dönemde çözüme bağlanmak üzere görüşülecek ve hem ABD hem de diğer devletler muhtemelen PYD’nin Suriye’deki varlığının resmen tanınmasını müzakere edecekler. PKK veya PYD’nin, yakın gelecekte Suriye Kürdistanı’nda kavuşabilecekleri uluslararası meşruiyete bir NATO ordusuyla kırsalda savaşarak halel getirmek istememesi ihtimal dahilindedir. Şehir savaşları, Türkiye Kürdistanı’ndaki durumun Suriye’den çok farklı olmadığını, zaten de facto olarak ortadan kalkmış olan Suriye-Türkiye sınırının Kürt halkları arasında artık bir engel oluşturmadığını bölgedeki devletlere göstermek için seçilmiş bir yöntem olabilir.

Bu, Türkiye halkları arasındaki kopuşu derinleştirecek bir gidişatın önünü açacaktır. AKP, Kürdistan’da yürüttüğü akıl ve vicdan sınırlarını zorlayan abluka siyasetiyle sürecin kötüye gitmesine katkı yaptığı gibi Kürt sorununun barışçıl çözümünden yana tavır koyan İmralı’yla Kürt hareketi arasındaki iletişim kanallarını kapatarak barışın tekrar tesis edilmesine engel olduğu sürece iyimser olmak için fazla neden yok. Türkiye adım adım bir despotluk rejimine giderken olan, hep olduğu gibi, Kürt halkına oluyor.