Paranoya
Erdoğan Özmen

En kötüsü geldi başımıza: Türkiye toplumu olarak İslamcı iktidarın paranoyak zihniyet dünyası ve ruh haline tam bir teslimiyet içindeyiz epeydir. Bambaşka bağlamlarda pekala zavallıca bulabileceğimiz, dahası bariz bir acıma hissiyle karşılayacağımız paranoid bir fantaziyi kendimize özdeşleşilecek özellik olarak seçmiş olmamızdan söz ediyorum. Türkiye’de İslamcılığın temel fantazisinin ulaştığı yaygınlıktan ve onun toplumu boydan boya kat ederek mevcut dünya ve Türkiye gerçekliğimizi, ve bu gerçekliğe ilişkin algılarımızı biçimlendirmesinden… Hiç tereddüt göstermeden bayağı ve bayat bir fantaziye tutsak ettik kendimizi.

Psikiyatrinin bir bozukluk olarak sınıflandırdığı klasik paranoya değil kastım. Psikiyatrinin konusu olan; öldürüleceği, takip edildiği, zehirleneceği, yüce bir varlık olduğu, üstün güçlere sahip olduğu, bir kumpasla karşı karşıya olduğu vb. hezeyanlardan muzdarip hastaların yaşadığı acı, kaygı ve açmazlar ve onların iyileştirilmesi değil.   

En sahih ifadesiyle şu soruda cisimleşen ruh haline işaret etmeye çalışıyorum: "Bu istiklal bayrağını daha yücelere dalgalandırmaya var mısınız? Fatih Sultan Mehmet Han'ın, Ulubatlı'nın fetih aşkını yeniden yaşatmaya var mısınız?" Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının söylevinden bir kesit bu. Ta başından beri İslamcı iktidar sahiplerinin ve yazarlarının ifade ve söyleme biçimlerini her düzeyde belirleyen yeni-Osmanlıcı fantazi.

“Altı üstü fantazi” deyip geçmemek gerektiğini biliyoruz artık. Keşke öyle olsa, “bir süre fantazi dünyalarında oyalanır, fantazinin sağladığı ruhsal tatmin hissinden sonra gerçeklerin dünyasına geri dönerler” ile sınırlı bir şeyden bahsediyor olsaydık. Her şey bir yana memleketin içine düşürüldüğü feci durumdan, sıradan ortalama aklın sınırlarını zorlayan maceracı heveslerden, içi boş büyüklenmeci jestlerden, kurulan tuhaf uluslararası bağlantılardan, en nihayetinde karşı karşıya kaldığımız ciddi risk ve tehlikelerden, Türkiye toplumunun yakın geleceğini büyük ölçüde karanlık bir ipotekle bağlayan hamlelerden biliyoruz ki o fantazi her birimizin hayatına hükmeden bir somutluğa ve güce sahip. Tabi olduğumuz, kendimizi teslim ettiğimiz totaliter aklın piştiği, vücut bulduğu vasatı o fantazi biçimlendiriyor.

Türkiye toplumunun en büyük bahtsızlığı budur bugün: Yeni-Osmanlıcı arzu ve onu sahneleyen fantaziyle çoktan lekelenmiş bir gerçekliğe ve algıya batmış haldeyiz.   

“Nesnel gerçekliğe” aykırı biçimde kurgulanan ihanete uğrama, istismar edilme, zarar görme, “sırtından bıçaklanma”, aldatılma fantazileri, nispeten daha yüzeysel düzeyde yalnız, güçsüz, savunmasız ve korunaksız olduğumuz duygularıyla baş etmenin bir yolu muhtemelen. Hiç kimsenin umurunda olmadığımız, tam bir aldırmazlık bulutuyla kuşatıldığımız; demek, bir değerimiz ve önemimizin olmadığı, görmezden gelindiğimiz duygularından, oradaki acıdan bizi esirgeyen bir işleve sahip.

Paranoid fantazi sayesinde, en temel arzularımızdan birisi olan ötekiler tarafından tanınma arzusunun başarısızlığına ve karşılanmamasına bir yanıt üretiyoruz belki de: “Bütün aklı fikri bizde olan, işi gücü bize kumpas kurmak olan yığınla düşmanımız var!.” demek, o korkunç yalnızlığı ve unutulmuşluğu inkar etmenin ve kendimizi yatıştırmanın -hastalıklı bile olsa- bir yolu değil midir? 

Bu yüzden paranoyak ruhsal yapının mütemadiyen yeni düşmanlar ve tehditler üretmesini bilinçli olarak seçilmiş bir stratejinin sonucu olarak görmekten ziyade, başka türlüsünü yapamamakla ilişkilendirmeli, paranoid fantazinin kendi mecburiyetleri ve içsel açmazıyla ilişkili bir çerçevede kavramalıyız. O halde açık olmalı: Paranoyak zihniyetle mücadeleyi, onu geriletmeyi onun kendi düşmanlık çerçevesinde kalarak, o düzeyi kabul ederek sürdürmenin (örneğin, düşmanca ve bölücü bir tavır sergilediğini, düşmanlaştırıcı ve kutuplaştırıcı bir söylemi asıl onun ürettiğini ifşa etmek) hiçbir faydası ve etkisi olmayacaktır.

Aynı İslamcı çevrelerde, örneğin Türkiye’nin yapayalnız bir ülke olduğunun dile getirilmesine eşlik ettiği sezilen tuhaf ve paradoksal tatmin hissini garanti altına alan da aynı paranoid fantezi olmalı. Gerçi paranoyanın, tam da kendi kısır döngüsü sayesinde başladığı noktaya varmaktan kurtulamayan, aynı sonucu üreten dinamiği burada da işlemekten geri durmuyor.   

Düşünme düzeyimizi biraz daha genişlettiğimizde karşımıza çıkan manzara sudur: Bu düzeyde fantaziyi, arzunun tatmin edildiği, gerçekleştirildiği hayali bir senaryo olarak görmekle yetinemeyiz artık.   

Fantazi, en temelde hem toplumların hem de öznelerin kendi zevklerini, ölü gibi yaşamamak için varoluşsal canlılıklarını nasıl muhafaza ettiklerinin ve örgütlediklerinin biçimidir. Fantazinin örgütlediği, biçimlendirdiği, ehlileştirdiği o zevk ve canlılık enerjisi/heyecanı, gündelik gerçekliği algıladığımız çerçeveyi üreten şeyin ta kendisidir. İnsanın özünü –öyle denebilirse eğer- teşkil eden ve arzulamak denen şey fantazinin sağladığı matriks dahilinde mümkündür ancak. Fantazi, ilgili koordinatları oluşturarak arzumuzu sabitleyen, arzumuzun oryantasyonunu sağlayan ayrıcalıklı nesne fikrinin (kaybettiğimizi düşündüğümüz ve tekrar ele geçirirsek eksiksiz tatmine kavuşacağımız vaadiyle parlayan “kızıl elmanın”) ete kemiğe büründürülmesidir şu halde.

Bu aynı zamanda yeni-Osmanlıcı fantazinin büyüklenmeci olmaktan çok niçin paranoid bir karakterde olmak zorunda oluşunu da açıklayan anahtardır. Paranoya, kaybedilmiş ancak yeniden diriltebileceğimiz hülyasıyla yanıp tutuştuğumuz Osmanlı için şimdi burada bir imge sağlamakla kalmayıp, onun kaybı için de bir açıklama sağlıyor çünkü. Benim olan, bana ait olması gereken, benim hakkım olan şeyi çalan, beni ondan mahrum bırakan ötekilerdir. Ben eğer bugün, derin bir kaybın, mahrumiyetin öznesi olarak ateşler içinde kıvranıp duruyorsam, sefil bir varoluşa mahkumsam bunun sorumluluğunu taşıması gerekenler ötekilerdir. Kavrukluğumun, başarısızlığımın, yetersizliğimin sebebini ötekinde konumlandırmaktır bu. Bu fantazinin diğer yüzünde de, zaten yüce bir varoluşa sahip olduğumuz, hiçbir eksiklik taşımadığımız, tam da bu yüzden tüm öteki hainlerin, alçakların hedefi olduğumuz inancı vardır.

Mahut “içimizdeki düşman” motifi de aynı gündemin/paranoyanın bir unsurudur. Paranoidin evreni hızla genişleyerek dıştaki hemen her kurum, devlet, kişi ve topluluğu içine alan bir özellik kazansa da, “bizi içimizden vuran hainler” vurgusu ve söylemi bilhassa önemlidir. Sakız gibi uzatılan ve her duruma uyarlanabilen “milli/ gayri milli” kalıbı da aynı amaca hizmet etmektedir. İslamcı iktidarın toplumun bütün Gerçek bölünmelerini o mahut “Fatih/Harbiye” ikiliğine tercüme etme, o kültürel tıpa ile kapama hamlelerinin gerisindeki motivasyon da aynıdır: Aynı refleksle aynı ilkel paranoid reaksiyonlar dizisini uyarma ve işlevsel kılma çabası.

Kürtlere karşı yürütülen korkunç savaş ve sindirme politikalarında, bunun birden ortaya çıkmasında da aynı fantezi çoktan iş başında değil midir? Zaten hiçbir zaman eşit ve haysiyetli bir varoluş hakkını öngörmeyen, daima bir tabiyet ilişkisi vazeden yeni-Osmanlıcı fantazinin işaretlediği bir “hainler ve nankörler” algısı yüzündendir ki, bu denli vahşi ve insafsız bir savaş bu.

Ama bir düzeyde tüm bunların çoktan farkında değil miyiz? Bir biçimde zaten biliyoruz ki, paranoid bir zihniyet ve ruh dünyasıyla karşı karşıyayız. Bunun için, son zamanlarda ironi ve mizahı, söz oyunlarını has bir direniş ve muhalefet aracı olarak kullanıyor oluşumuza bakmak yeterli. Çünkü paranoid (dolayısıyla psikotik) için anlam ile ifade arasındaki yarık, dilin iki veçheli hali silinmiş, dil tek boyutlu bir düzeye gerilemiştir. Literal ve metaforik anlamları birbirine yapışan söz derinliğini kaybetmiştir. Bu yüzden psikotik özne ironiyi kullanamaz. Aynı biçimde, kamusal benlik ile içsel benlik arasında, persona ile içsel çekirdek arasında da ayrım yapamaz psikotik. Psikotiğin içsel dengesini ve tutarlılığını bozucu etkiler üretmesi nedeniyle ironi, mizah, metafor, bilumum söz oyunları kıymetli bir mücadele aracı olarak daima el altında bulundurulmalıdır.