Türk Aydınının Devlet Sevgisi
Barış Özkul

Entelicansiya, bir terim olarak ilkin Polonya’da, felsefeci Karol Libelt’in 1840’larda yazdığı metinlerde ortaya çıkmıştı. Libelt, Aydınlanmacı ideallerle mücehhez, yol gösterici bir bilgi aristokrasisinin lüzumundan bahsediyordu –inteligenja'nın “doğal” bileşenleri öğretmenler, mühendisler ve ruhban sınıfıydı. Ama entelicansiya, bir sınıf ve kültürel bir olgu olarak esasen 19. yüzyıl Rusya’sında teşekkül etti.

Bizim Deli, Rusların Büyük Petro olarak bildikleri Çar I. Petro, Rusya’yı Batı’ya açarken içeride de bir toplum mühendisliğine girişmişti. Bunun bir ayağı, Rus soyluluğunun, boyarların doğal-tevarüs edilmiş imtiyazlarının ellerinden alınıp devlete hizmetin soyluluğun şartı olarak dayatılmasıydı (1722). Ama otokrasiye itaat şartı, kâğıt üstünde kaldı. Yüzyıl sonunda Katerina, taht mücadeleleri sırasında verdikleri destekten ötürü minnet duyduğu soyluluğun üstündeki baskıyı kaldırdı; devlet hizmetini zorunlu şart olmaktan çıkarttı. 18. yüzyılda Rus soyluluğu, bir yandan ayrıcalıklarını korurken diğer yandan Petro’nun önayak olduğu reform sürecinde Batı kurumları ve kültürünü daha yakından tanıma fırsatı buldu. 

Napolyon Savaşları, Rus soyluluğunun Batı’yla ilişkisinde önemli bir eşiktir. Napolyon’u Batı Avrupa’ya kadar kovalayan subaylar (çoğu Rus soyluluğuna mensuptu) ülkeye paradoksal bir ruh haliyle dönmüştür. Rusya’nın incinmiş proto-milli gururunu tamir etmenin kıvancıyla Batı’da karşılaştıkları yeni fikirlerin –serfliğin kaldırılması, anayasa, temsil hakkı– otokratik Çarlık rejimiyle bağdaşmazlığı, isyan fikrinin Rusya’da ilk kez modern bir siyasal içerikle ifade edilmesiyle sonuçlanmıştır. I. Nikolay’a bağlılık yemini etmeyi reddedenlerin başlattığı Aralık 1825 isyanı, Rus entelicansiyasının doğum anı değilse bile sonradan alametifarikası olacak ruh halinin billurlaştığı andır.

Isaiah Berlin, Napolyon işgalinin Rus kültüründeki rezonansını şöyle anlatır:

Durum, Rusya’yı Avrupa’nın göbeğine taşıyan Napolyon işgaliyle değişmişti… Napolyon karşısında kazanılan zafer ve Paris’e yürüyüş Rus düşünce tarihinde Petro’nun reformları kadar hayati önemdedir. Bu olaylar Rusların bir milli birlik bilinci edinmesine yol açmış; yurtsever milliyetçilik bütün toplumsal sınıflarda zemin bulmuştur. Bir avuç idealist genç, kendi kimlikleri ile Rus milleti arasında yeni duygusal bağlar kurmaya başlarken Rusya’daki kaos, sefalet, yoksulluk, iktisadi gerilik, gaddarlık ve intizamsızlıktan sorumluluk duymuşlardır.[1]

Entelicansiyanın o tarihlerdeki ruh halini doğru teşhis edenlerden biri de Gramsci’dir:

Toplumun aktif, enerjik, girişimci ve disiplinli fertleri yurtdışına gittiler, Batı’nın en ileri ülkelerinin kültürünü ve tarihsel deneyimlerini özümseyip geri döndüler. Ama kendi halklarıyla olan duygusal ve tarihsel bağlarından da vazgeçmediler. Düşünce alanındaki çıraklıklarını böylece tamamladıktan sonra anavatanlarında halkı uyanmaya, tarihsel aşamaları hızla atlamaya çağırdılar.[2]

Sonuçta, yüzyıl ortasında Rus entelicansıyası Batı’yı kerteriz alırken geleneksel Rus kimliğine sarılmak gibi bir açmazla karşı karşıyaydı. Dostoyevski’nin Avrupa seyahatine dair izlenimlerini aktardığı Yaz İzlenimleri Üstüne Kış Notları bu açmazın sarih bir anlatımıdır. Dostoyevski kalibresinde bir yazar, heyecandan kalbi küt küt atarak gittiği Avrupa’dan nefretle döner – Avrupa medeniyeti, ruhsuz ve kalpsiz bir materyalizm üzerinde yükselmektedir. Dostoyevski’nin Batı medeniyetine ilişkin neredeyse bilinçli yüzeyselliğine rağmen aynı medeniyetin bağrında doğan roman sanatında üst düzey yapıtlar verebilmesi, edebiyat tarihinin hâlâ açıklayamadığı –“benzersiz Rus ruhu” gibi soyutlamalarla ötelediği– bir meseledir. 

Rus entelicansiyasının sonraki seyri bu yazının konusu değil (Sovyet döneminde entelicansiya, manüel olmayan işlerde istihdam edilen herkesin –beyaz yakalıların– sınıfı olarak tanımlanıp baştaki anlamından soyutlandı). Rus entelicansiyasının kuruluşundan Sovyet rejimine kadar devletten büyük ölçüde bağımsız bir kast olması, Osmanlı-Türk aydınıyla karşılaştırma açısından anlamlı bir başlangıç noktasıdır.[3]

***

Edward Said, Reith Konferansları’ndaki konuşmalarını derlediği Entelektüel adlı kitabında 20. yüzyılda entelicansiyanın profesörler, gazeteciler, bilgisayar uzmanları, milletvekilleri, lobiciler, allameler, köşe yazarları, danışmanlar, sendikacılar gibi esami listesi oldukça geniş bir kesimi kapsadığını belirttikten sonra “insan artık bağımsız bir ses olarak entelektüel birey var olabilir mi sorusunu sormak zorunda kalıyor” der [4] – “Uzmanlaşma” adı verilen profesyonelleşme eğilimi de entelektüel merakı öldürme ve suya sabuna dokunmayan evcil söylemler üretme maharetini dolaşıma sokan bir piyasa konumudur Said’e göre.

Kuşkusuz düşünce erbabının, hayattan elini eteğini çekmiş münzevi kimliğiyle veya saf akıl, filozof-kral kimlikleriyle var olma zorunluluğu yoktur. “Para denen puta teslim olmuş aydınlar” gibi laflar, entelektüelliğin doğru bir eleştirisinden çok kötücül bir sinizme varabilir. Said, bu noktada Oscar Wilde’ın tesbitini hatırlatır: “Sinik, her şeyin bedelini bilen, hiçbir şeyin değerini bilmeyen kişidir.” 

Öte yandan, düşünce namusu olan bir entelektüelden “zülf-ü yâre dokunmamak”, bunu söylersem haşmetmeapları incinir mi, şunu dersem profesyonel davranış kodlarının dışına çıkmış olur muyum gibi kaygılardan uzak olması da beklenir. 

Bugün medyanın da geniş tanımıyla entelicansiyanın bir bileşeni olduğunu kabul edersek, Türkiye’deki durum oldukça vahim. Hükümet bülteni olarak çıkan havuz medyasının çizgisi, işlevi malum. Görece muhalif medyada da 1 Kasım’dan sonra iktidara arz-ı ubudiyet bildirmek üzere tavır değiştiren; Kürt illerinde izlenen abluka siyasetine kör gözüm parmağına destek veren, yeni bir hassasiyet belirdi. Yeni diyorum ama aslında, Türk aydının devlet sevgisinden beslenen bu hassasiyet, pek yeni değil. Tanzimat’la başlayan yüz elli yıllık bir mazisi var ve Osmanlı-Türk aydınının “kişilik kazandığı” bu süreç birçok bakımdan bugüne de ışık tutuyor.

***

Osmanlı tarihçiliğinin Tanzimat konusunda mutabık olduğu noktalardan biri Türk aydınının Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda doğduğudur.  Tercüme Odası'nın Türkleştirilmesi ve bir memuriyet kapısına dönüştürülmesi, 19. yüzyıl bürokrasisinin hem etnik kimliğini hem de devlet karşısındaki tutumunu belirlemiştir.

Daha önce Osmanlı'da tercüme faaliyeti, Fatih devrinde kurulan Divan-ı Hümayun Tercüme Odası’na emanet edilmişti. 18. yüzyıl başlarından 19. yüzyıl ortalarına bu görev Fenerli Rum ailelere verilmişti: İskerletzâde, Yanakizâde, Drakozâde, Kalmakizâde, İpsilantizâde, Mihalzâde, Sarıbeyzâde vb. Tercüman ailelerine diğer Hıristiyanlara tanınmayan sakal bırakma, ata binme, cizyeden muaf olma gibi ayrıcalıklar da tanınmıştı.

Durum, II. Mahmut Divan-ı Hümayun tercümanı Constantin Maurozi’nin Rum beylerine Mora isyanını teşvik edici mektuplar yazdığına kanaat getirdikten sonra değişti. Maurozi idam edildi. 23 Nisan 1821’de Divan-ı Hümayun Tercüme Odası’nın lağvedildiği, tercüman yetiştirmek ve memurlardan yabancı dil öğrenmek isteyenlere hizmet vermek amacıyla Bab-ı Ali Tercüme Odası’nın kurulduğunu bildiren bir hatt-ı hümayun yayımlandı. Böylece Tercüme Odası’nın ve bir toplumsal tip olarak Osmanlı aydınının Türkleşeceği/Müslümanlaşacağı sürecin önü açıldı. Tercüme Odası'nın Türkleşmesi-Müslümanlaşması, kalemiyenin, bürokrasinin Türkleşmesi-Müslümanlaşması demekti.

Tercüme Odası’ndan  devlet memuriyetine yazgılı bir bürokrat-aydın tipi yetişmiştir: Ali Paşa, Keçecizade Fuad Paşa, Mehmed Es’ad Safvet Paşa, Namık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Sadık Rıfat Paşa, Agâh Efendi, Ziya Paşa, Münif Paşa, Ethem Pertev Paşa, Şinasi, Ali Suavi. 

Bu kişiler nezdinde Oda, hem bir ikbal merdiveni, bir sınıf atlama imkânıydı hem de yeteneklerini geliştirebildikleri bir ocaktı. Lamartine, Mısır Çarşısı'nda esnaf bir ailenin oğlu olarak girdiği Tercüme Odası kanalıyla sadrazamlığa yükselen Mehmed Emin Ali Paşa’nın Fransızcasının kendisininki kadar düzgün olduğundan söz eder. [5] Oda’dan yetişenler, geleneksel ilmiye sınıfından farklı olarak bireysel yeteneklerinin üstüne gitmişlerdir; ama bu yetenekleri son kertede devletin hizmetine sunmak üzere. Osmanlı’da “alimden aydına” değil “alimden muallime” geçilmiştir. Tanzimat aydınının reformculuğu toplumu değil devlet idaresini değiştirmekle, padişaha “ıslahat layihası” sunmakla, Çırağan’da saray darbesi tertiplemekle sınırlıdır - Beşir Fuad gibi kuralı güçlendiren birkaç istisna dışında. 

Osmanlı, toplumsal örgütlenme ilkeleri itibariyle, Avrupa’da burjuvazinin kamusal alana kendi bireysel üslubunu yerleştirdiği türden bir tartışma kültürüne açık değildi. Ne de Batı’dakine benzer bir Aydınlanma yaşanmıştı – 19. yüzyıl ortalarında Hegel’i, Schelling’i tartışan Rus entelicansiyası modernleşmeye düşünsel planda çok daha hazırlıklıydı.

Ama kamusal tartışma kanallarının kısıtlılığı Osmanlı aydınının devlet sevgisini açıklamaz. Tartışma kanallarını açma yönünde irade gösteren, toplumsal dinamikleri aşağıdan yukarıya işletecek bir reform fikrine kafa yoran Osmanlı aydını yoktur. İki örnek, bu konuda açıklayıcıdır. 

Fransız İhtilali’nden sonra gittikçe ünlenen “hürriyet, millet, parlamento” gibi kavramları Osmanlı’ya taşıyan, söylem düzeyinde meşrutiyetçi görünen, La Marseillaise’in ilk dizesini Vatan Yahut Silistre’ye iliştiren (“Allons en fant de la Patrie”/“kalkın ey ehli vatan”) Namık Kemal herhalde Fransa’da devlete tebaiyet bildirmenin herhangi bir toplumsal dönüşüm ilkesine veya bir aydın özelliğine tekabül etmediğini biliyordu. Ama gözünü devlet idaresine dikmişti, geleneksel Osmanlı toplumunun dönüşümüne ilişkin esaslı bir derdi yoktu. Sürüldüğü Midilli’den Abdülhamid’e yolladığı eserden sonra “bala” rütbesiyle onurlandırıldığı için mutluluk duyacak kadar bağlıydı devlet-i aliyyeye. Yüzeysel, seçmeci bir modernizm telakkisiyle olunabileceği kadar aydındı: “Fransızlar akıl denen safsatanın peşinden koşarak değişmeye meyilli oldukları için Osmanlı toplumu Fransız toplumundan daha hür temeller üzerinde idare olunabilir.”[6]

Abdullah Cevdet’in durumu da tipik ve vahimdir. Osmanlı Batılılaşmasının “radikal” kanadını temsil eden Jön Türklerin yayın heyetinin başındaki Abdullah Cevdet, Batı düşüncesini Osmanlı’ya tanıtma misyonu üstlenmiş, pozitivist bir aydındı. Biyolojik materyalizm, sosyal Darwinizm gibi düşüncelerin müktesebatıyla yazıp çizmesi Osmanlı kültür dünyasında kaydadeğer bir yenilikti - bu yüzden geç 19. yüzyılın radikal aydınlarından biri olarak tanınmıştır. Ama Abdullah Cevdet'in radikalizmi de devletle sınırlıydı. 1900’de yazdığı bir istirhamnamede padişaha şöyle seslenir: “Şevketlu, kudretlu velinimetimiz padişah-ı İslâmpenah hazretleri ihsan buyurulan yüz elli lirayı bâ-kemâl-i ihtiram ve mubâhât aldım.”[7]

Devlet sevgisi, el alıp basamak atlama arzusu Cumhuriyet’e de devretmiştir. Bugün karşılaştığımız durum da, bir istisna olmaktan çok bir kural gibi. Belki de bu kadar şaşırtıcı olan, bu kuralın bu denli açıktan organize edildiği başka bir dönemin olmamasıdır. 


[1] Isaiah Berlin, Russian Thinkers, Londra: Penguin, 1978, s. 118.

 

[2] Antonio Gramsci, “The Intellectuals”, Q. Hoare ve G. Smith (haz. ve çev.), Selections From the Prison Notebooks içinde, New York: Progress Publishers, s. 12.

[3] Yakın tarihte Rus entelicansiyası hakkında önemli bir araştırma yayımlandı: The Myth of the Russian Intelligentsia: Old Intellectuals in the New Russia, Inna Kochetkova, Routledge, 2010.

[4] Edward Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay Birkan, yay. haz. Aslı Biçen, Ayrıntı: 3. basım, 2009.

[5] Lamartine'den aktaran İlber Ortaylı: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınları, s. 235, İstanbul, 2005.

[6] Aktaran Jale Parla, Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, s. 42, İletişim Yayınları, İstanbul, 2004.

[7] Aktaran Mehmet Ali Kılıçbay, “Osmanlı Aydını”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, I. Cilt, s. 58, İletişim. Ayrıca bkz. Şerif Mardin, "Tanzimat ve Aydınlar", a.g.y, s. 46-54.